18 Nisan 2014 Cuma

Yüzyıllık Yalnızlık Şimdi Başlıyor



Türkiye coğrafyasında doğup büyüyen bir birey olarak, her ne kadar belli bir yaştan sonra çeşitli dünya coğrafyaları kültürüne merak sarsam dahi, kahramanlarımın büyük çoğunluğu doğup büyüdüğüm coğrafyayı paylaştığım ve hayatı algılama biçimleri isyan, mizah ve eleştiri içeren karakterler olmuştur.
Öğüt veren tipleri sevmem !

Dünya genelinde de hayata bakış ve algıları yaptıkları müzikten, yazdıkları kitaplardan, yer aldıkları filmlerden anladığım kadarıyla benzer paralelde olan görüşlerini sevdiğim karakterler oldu. Gabriel Garcia Marquez de bunlardan birisiydi. Eğer Kolombiya'lı olsam, şu anda Sadri Alışık'a duyduğum hayranlığı sanırım Marquez'e duyardım.

Ve Gabriel Garcia Marquez hayatını kaybetmiş, üzüldüm, az daha yaşasaydı iyiydi.

Ve ölümünün ardından ortaya çıkan veda mektubu niteliğindeki şahsı tarafından yazıldığı iddia edilen yazı, kendisinin neden bu kadar güzel bir insan olduğunu eksiksiz açıklıyor sanırım.

Bazen dakikalara sığdırdılan yüzyıllık yalnızlık şimdi başlıyor kolombiyalı güzel insan.

Mektup işte şudur

Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde…

Artık ölebilir miyim?


13 Mart 2014 Perşembe

Yoksa Sonunda Bölgesel Demokratlıktan Toplumsal Demokratlığa mı Geçiyoruz ?




''Zor koşullar altında kenetlenebilen'' bir toplum olmakla övünürüz ya hep, işte bu kendimize söylediğimiz en
büyük yalanlardan birisidir. Biz zor koşullar altında asla kenetlenebilen bir toplum olamadık, sadece popülist ve göz önünde cereyan eden, ucunun bize de dokunma ihtimali olan tehlike durumlarında anlık bir araya gelip ardından dağıldık.

Katliamlar, ölümler, faili meçhul cinayetlerin ne kadarında bir aradaydık ? Ahmet Taner Kışlalı öldü bir araya geldik, Uğur Mumcu öldü bir araya geldik, süper, gerçekten gurur duyulacak toplumsal hareketler gerçekleştirdik bu katliamların ardından. Ama kaçımız yıllardır Galatasaray Meydanı'nda toplanan Cumartesi Anneleri'nin feryadını işittik, onların yanında olduk ? Uğur Mumcu'nun, Ahmet Taner Kışlalı'nın ardından gösterdiğimiz toplumsal tepki ne kadar gurur duyulacak seviyede ise Cumartesi Anneleri'nin isyanına toplumsal tepki vermemek de o derece utanılacak bir hareket değil midir ? Belki de Ankara'da İstanbul'da yaşanan bu aşağılık cinayetlerin bir gün bir noktada bizim de başımıza gelebileceğinden endişe ettik. Ama asla Doğu'da Güneydoğu'da yıllardır yaşanan insanlık dışı hareketlere kulak vermedik. Biz depremde bile coğrafya olarak bu ülkenin insanlarını ayırdık !

28 Aralık 2011 gecesi Roboski'de 35 tane Kürt insan, kendilerini yıllardır bu kadere mahkum eden ve vatandaşı oldukları devletin silahlı kuvvetlerince katledildi. Bu insanların arasında çocuk da vardı, genç de, yaşlı da. Peki bu olaya kaçımız gezide hayatını kaybeden masum insanların ölümüne gösterdiğimiz tepkiyi gösterdik ? Algımızda ilk oluşan ''Orada ne işleri varmış ?'' sorusu olmadı mı ? ''İnsan öldü'' dediler, ''F-16 ile bombalanarak, çoluk çocuk 35 insan öldü, ne önemi var nerede olduklarının !'' diye haykırdı bir kesim grup, ''orada ne işi varmış ?'' diye sorduk tekrar. Belki de Kürt olmalarıydı ısrarla bu sorunun sorulması, belki de katlimanın Şırnak'ta gerçekleşip ucunun asla bize dokunmayacak olması yanılgısıydı !

Ama işte bu tarz olaylarda gösteremediğimiz toplumsal ve insani bilinçsizliğin olumsuz sonuçları artık bize de dokunuyor, hatta dokunmayı geçip batmaya başlıyor. Bu sebeple daha büyük bir kesim Berkin için ''Çocuk öldü lan, 14 yaşındaki çocuk'' diye haykırırken bir diğer kesim de ''Orada ne işi varmış ?'' diyor. Ama roboski ile gezi arasındaki fark; bu sefer sorgulayan kesim büyük çoğunluğu oluştururken olayları meşrulaştırmaya çalışan kesim azınlık olarak kalıyor.

Eğer ki artık zamanında Cumartesi Anneleri'nin feryadına, Roboski'de katledilenlerin acılarına neden ortak olmadığımızı sorguluyorsak bir şeylerin değişmeye başladığının sevincini yaşayabiliriz. Aksi takdirde bu ülke ne yazık ki daha çok Berkin'ler daha çok Ali İsmail'ler gibi gencecik çocuklarını yoktan yere toprağa gönderir.