28 Aralık 2011 Çarşamba

404. lük ile övünen bir kurum: İstanbul Üniversitesi



http://www.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?3866

Yukarıdaki linkte, bahsedeceğim haberin ayrıntıları mevcut. (Yayın tarihinin eski olmasının bir önemi yok, sıralama ve zihniyet ne de olsa aynı!)

Her sene yayınlanan "Dünya'nın en iyi 500 üniversitesi" listesi adı ile farklı farklı kurumlar tarafından hazırlanan listeler grubu mevcut. Bu listelerin hazırlanmasının ardından ülkemiz üniversitelerinin en iyi derece ile yer aldığı liste haber bültenlerimizde "Dünya'nın en iyi üniversitelerinde x üniversitemiz y sırada yer aldı" diye haberler görürürüz. o y ile sembolize edilen sıralama 400+ larda olmasına rağmen utanmaz, gurur duyarız.

İstanbul Üniversitesi genelde bu liste içerisinde yer alır. Okulun resmi sitesinde de gururla! sunulan haberde 404. sırada yer aldığı belirtilmekte. Bununla gurur duyan okul yönetimi, öğrencisi, idari kadrosu ve diğer kişilerden bir ricam olacak; 404'e kadar saymayı dener misiniz? Sen orada yer aldığın için seviniyorsun geri zekalı!

Yaklaşık 4 aydır Yüksek Lisans sebebi ile içerisinde yer aldığım bir kurum olan İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler enstitüsünde öğrenci potansiyeli yerlerde (Diğer birim veya lisans programları için bir şey diyemeyeceğim, gördüğümü söylüyorum) Hocaların Cv sine ve ders işleme anlayışına baktığınızda kişiden kişiye farklılık göstermekle beraber genel olarak başarılı denebilir. Fakat siz ki saçlarını akademik kariyerin engebeli yollarında ağartmış güzelim bilim insanları, o kadar mı paraya ihtiyacınız var? Neden her önüne geleni kabul ettiniz yüksek lisansa? Mazoşist misiniz de siz beyninize tecavüz edilmesini istiyorsunuz? Mal dolu enstitü Mallll.

Aslında bu kadar looser potansiyele sahip İstanbul Üniversitesinin 404. sırada yer almasına başarı diyebiliriz düşününce. Hele ki bu listeye girme kriterlerinden birisi "Size of Main Gate" ise.

Evet, kendimi bir şey sandım ve insanları aşağıladım.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Dolmuş Şoförü Sendromu


Ademoğlu'nun hayatta yaşaması muhtemel tedirginlikleri düşündüm de, "dolmuş" aletinin bu sorunun en büyük kaynaklarından birisi olduğuna kanaat getirdim. Dolmuş ile seyahat ederken yaşanması muhtemel onyüzbinmilyonlarca tedirginlik, korku ve dehşet yaratacak olay içerisinden bir tanesini cımbız ile seçtim, şimdi de anlatacağım.

Dolmuş aletinin sadece Türkiye'ye has bir ulaşım aracı olduğunu ve bu aleti kullanan meslek grubunun (Şoför demiyorum, çünkü onlar başka bir şey) sanki özel bir eğitim almışcasına aynı hal ve tavırları sergilemesinden dolayı bu olay güzel yurdumun her köşesinde başınıza gelebililir.

İyi bilmediğiniz bir şehir veya bir semte gidiyorsunuz ve size tarif edilen bir noktaya ulaşmanız gerekiyor. Dolmuş aletini kullanan sürücülerin üstün araç kullanabilme kabiliyetleri ve kural tanımazlıkları sebebi ile en hızlı ve en ekonomik çözüm bu rotayı dolmuş ile kat etmek oluyor. Bu sebepten dolayı gidilmesi gereken noktayı size tarif eden şahıs bineceğiniz dolmuşu "x'in önünden kalkan mavi(dolmuş veya dolmuş başlığı rengi değişkenlik gösterebilir) dolmuşlara bin" emir cümlesi ile tarif ederken, ineceğiniz noktayı da "şoföre beni x cami(bu nokta genellikle bilinen bir kamu binası olur;okul vs de olduğu bazı olaylarda gözlemlenmiştir) cümlesi ile tarif edip işin içinden sıyrılır, artık kaderiniz ile baş başasınız demektir. Maceraya hazır olun.

Dolmuşa binip şoföre ücreti uzatırken aynı zamanda da "Kaptan beni x camiisinin önünde indirir misin?" ricasını ettikten sonra kendinizi Dolmuş şoförünün kollarına bıraktınız demektir, artık o dolmuştan inene kadar yaşayacağınız tarifi imkansız bir tedirginliğe hazır olun. Hedef noktanın, başlangıç noktasından ne kadar uzakta olduğu konusunda da fikriniz yoksa endişeniz katlanarak artacaktır.

Dolmuş şoförü yolcu kapabilme sevdası ile aracının kornasını ilk kez keşfetmiş gibi her yol kenarında duran vatandaşa yaklaşarak seyrine devam ederken siz iç sesinizin sorduğu "ulan unuttu mu bu adam acaba bizi?" sorularına ile boğuşup, "acaba sorsam mı daha ne kadar var diye, yoksa biraz daha gidince mi sorayım?" ikiliminden çıkmaya çalışırsınız.

Bir süre böyle devam eder yolculuk. Eğer şanslı iseniz kahraman dolmuş sürücümüz size (cinsiyet ve yaş kombinasyonunuza göre: abi,abla,amca,teyze,dayı,yenge,kardeş,birader gibi hitap şekillerinden birisini kullanarak)"siz burada ineceksiniz" diyecektir.
Yok eğer şanssız bir kul iseniz; Belli bir süre yolculuğunuza dolmuş şoförünün yolcu kapmak için yaptığı ustaca slalomlar ile devam ettikten sonra iç sesinizden gelen "yok lan kesin unuttu bu adam bizi" telkini ile sizi dürtmesinin ardından "kaptan biz x camiisinin önünde inecektik ama!?!" soru-ünlem karışımı cümlenizin ardından, kaptanın umarsız ve fütursuz bir tavırla söyleyeceği "hadi yaa ben sizi unuttum, niye hatırlatmadınızki geçtik ya biraz önce orayı" cevabı ile karşılaşırsınız. Artık yapacak bir şey yoktur. Dolmuştan inersin. İnşallah mesafe yakındır da yürüyerek ulaşabilirsin, yoksa yeni bir maceraya atılma, bin taksiye git.

Yani diyeceğim o ki; Allah kimseyi bilmediği bir memlekette dolmuş şoförünün insiyatifine bırakmasın. Çok kötü çooook.

18 Aralık 2011 Pazar

10 Adımda Metrobüste Oturarak Seyahat Etme Rehberi


Eveet sevgili gönül dostları,
2007 yılında hizmete sunulması ile birlikte İstanbul'da A noktasından B noktasına ulaşmamız konusunda bizlere trafiğe takılmadan seyahat edebilme seçeneği sunan mucize! alet metrobüsü hepimiz pek çok pek çok severiz.

Ama zaman zaman medyada "Metrobüs Çilesi" başlığı ile de yer bulan, mahşeri merobüs kalabalığı içerikli haberleri görmekteyiz. İşte bu noktada ben sizlere metrobüste nasıl oturarak gidebileceğinizin yol haritasını 10 adımda açıklayacağım. İşi gücü bırakın dikkatinizi buraya verin.

Step 1:Metrobüste oturmanın ilk basamağı kritik duraklardan birisinden maceraya başlamaktır. Eğer imkanınız var ise Söğütlüçeşme, Zincirlikuyu veya Avcılar gibi bir durak seçiniz kendinize. Aksi takdirde mücadeleye 1-0 yenik başlarsınız.

Step 2:Metrobüsün durakta duracağı yerin kapıları metro gibi önceden belli olmasa dahi + - 5 mt mesafe farkları ile anlaşılabilecek seviyededir. Durakta beklerken konumunuzu bu noktalara yakın edinin.

Step 3:Metrobüs kullanacağınız zaman dilimi mesai günlerinde sabah erken ve akşam mesai çıkışı saatleri ise rakiplerinizin sayısı da ciddi oranda çoğalacaktır, yılmayın ilk iki adımda belirttiğim püf noktaları uygulayın.

Step 4:Step 2'de belirttiğim kapı kuralında seçeceğiniz kapı da önemlidir genellikle 4 kapıya sahip bu metrobüslerin 2. veya 3. kapılarını tercih edin. Bu giriş noktalarında oturma seçeneğiniz daha fazladır.

Step 5:Ama kendinizi illa 3. veya 4. kapıdan bineceğim diye de şartlandırmayın zira rakiplerinizin gücü de sizin için önemlidir. Unutmayın metrobüse binmeyi bekleyen bütün savaşçıların amacı o koltuklardan birisine oturabilmek. Baktınız 1. veya 4. kapıda daha zayıf rakipler var, durmayın oraya hareketlenin.

Step 6: Eğer ki işe gidecekseniz 10 dk kadar önce metrobüs durağında olun ki en az 3 metrobüsden vazgeçebilme şansınız olsun.

Step 7: Kendinize uygun kapı lokasyonunda yerinizi aldıktan sonra usulca avınızın yanaşmasını bekleyin. İlk gelen metrobüste baktınız oturacak yer kalmadı sakın binmeyin! çünkü o metrobüs son durağa kadar artarak dolacak, bırakın gitsin.

Step 8:İlk metrobüsün gitmesi ile rakiplerinizin arasındaki sıralamanız da ön sıralara doğru kayacaktır. 2. Metrobüse de binemediyseniz yine umutsuzluğa kapılmayın bekleyin.

Step 9:Artık oturmanıza ramak kaldı. Hazır olun! Bu aşamada bir tilkinin kurnazlığına, bir çıtanın hızına ve bir pumanın çevikliğine sahip olmanız lazım!

Step 10: Metrobüs yaklaşırken kafanızda nereye oturacağınıza karar verin ve start atışının yapılması ile kararlı bir şekilde hedefe hareket edin. Eğer ki hedefiniz bir başka rakip tarafından kapıldı ise en yakın seçeneği tercih edin.

Veeee artık oturuyorsunuz!
Bu andan itibaren oturan azınlıkta yer alan şanslı bir birey olarak, ayakta giden zavallıları izlemenin keyfi ile gideceğiniz noktaya gururla ilerleyin.

Keyifli yolculuklar.

6 Aralık 2011 Salı

Pazartesi Sendromu



Bu zamana kadar etrafımdaki gördüğüm bir çok insandan, özellikle çalışan kesimden duyduğum ve bana çok anlamsız gelen bir takım klişe sözler vardı. Bu sözleri her duymamda "Yine başladılar!" gibi tepkileri içimden verir, dışımdan ise samimiyetsiz gülücükler gösterirdim. Ama acı şekilde bir şeyin farkına vardım ki, artık ben de bu tepkileri vermeye başladım!


Örnek olarak içinde bulunduğu yıldan şikayet ederek, gelecek yıldan beklenen büyük ümitler içeren sözler. Ve bu sözler büyük beklentilerin olduğu yılın gelmesi ile yerini bir sonraki yıldan beklenen ümitlere bırakmaktadır. Emin olun bu yıl benim yılım olacak dediğiniz yıl büyük ihtimalle bok gibi geçecek.


Sonra bu söz öbekleri içerisinde "Pazartesi Sendromu" veya "Cuma Sevgisi" ni belirten sözler vardır. Bu sözler de bana çok anlamsız gelirdi. Yani senede 52 kere bunalım mı yaşamalı insan? Hep düşünürdüm ne saçma bir dünya görüşü bu pazartesiden nefret edip, cumaya aşık olunan ruh hali diye.


Taaa ki benim de iç sesimin gelecek yıldan ümit etmem gerektiği, pazartesilerin bok gibi, cumaların ise şukela olduğunu söyleyene dek.


Çıkarımım şu ki; İnsan sevdiği işi yaptığı sürece herhangi bir zaman dilimi, herhangi bir zaman dilimine göre daha sevilesi niteliğe sahip olmuyor.


Ağlamak istiyorum sayın seyirciler.

17 Kasım 2011 Perşembe

Are Turkish Youngsters Too Smart?

Bugün tarihli bir haber sitesinde eurasianet kaynaklı, orjinal başlığı benim başlığımdaki gibi olan ama web gazetesi sitesinde "Türk Gençleri İş Beğenmiyor mu? olarak verilen bir habere rastladım, merak ettim okudum.

Özetle türkçeye çevrilen ve orjinal haberin harmanlanmış halinden ortaya çıkan sonuç; Türkiye'de ciddi anlamda büyük bir genç nüfus olduğu ve ciddi oranda da üniversite mezunu içeren bu nüfusun iş gücüne katılamadığıdır. Bir kaç genç arkadaşla yapılan röportajlarda da şikayetlerinin aynı işe çok sayıda kişinin baş vurmasından ve mezuniyetin ardından başlangıç ücretlerinin çok düşük (Genel beklenti 1500tl, genel önerilen 1200tl) gibi iki neden başı çekmektedir.

Şimdi buraya kadar zaten hep bildiğimiz ve hükümetler tarafından net gözüken çözümler (Meslek esaslı lise eğitimi) yerine, net gözüken sorunları büyütecek politikalar(Bakkal gibi üniversite açmak) teşvik edildi (Bak ne kadar kısa ve anlaşılır yazdım. Sevdim ben bu Yılmaz Özdil Staylayı)

Ama benim daha farklı bir konu dikkatimi çekti bu yazılarda.
İnternette haber yayını yapan sitelerde haberlere yapılan kullanıcı yorumlarını okumanın hastasıyım. Bu haberde de öyle yaptım.

Haberin altında yoğun bir şekilde şu yorumlar mevcut "Millet asgari ücretle 3 çocuk okutuyor, bunlar da 1200 tl yi beğenmiyor" İnanın ülke olarak sahip olduğumuz problemlerin bir çoğunun kaynağı bu tarz yorumlarda bulunacak zihniyete sahip vatandaş sayımızın diğerlerinden fazla olması.

Bak şekerim, o yeni mezun ve iş arayan kardeş senin asgari ücretle 3 çocuk okutmandan memnun mu sanıyorsun? O, "Asgari ücret böyle iyi" demiyor ki (küçük miktardaki, vasıfsız iş gücünün düşük ücrete çalışması düşüncesine sahip böcekleri dikkate almadan genelleme yaptım).Adam orada kendi sıkıntısını dile getiriyor. Sen de adamın derdi ile uğraşacağına kendi derdine çözüm üretmek için bir şeyler yapmaya çalışsan; Belki de dünya daha yaşanılır bir yer olacak, penguenler üşümeyip, aslanlar sevişmek için yüzlerce kilometre yol kat etmek zorunda kalmayacak.

"Ben kötüyüm, o zaman diğeri de kötü olsun" ile "Ben iyiyim, diğerlerini siktir et" düşünceleridir bu toplumu mahveden.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Bütün İslam Aleminin Mübarek Ramazan Ayının Hayırlara Vesile Olmasını Temenni Ederim

Mobil teknolojilerin kilometre taşı olan cep telefonlarının hayatımıza yoğun bir şekilde sirayet ettiği 2000 li yılların başında sms ile bayram, kandil vs gibi dini öneme sahip günleri kutlama kültürü yerleşti toplumumuza. Bu mesajlarda genelde internetten alınmış afilli bir dörtlük, ardından da gönderenin adı ve soy adını içeren bir kalıp şekli ile gönderildi. Sanarsın Belediye başkanı veya milletvekili gönderiyor mesajı. Kardeşim sende nasıl bir ego var ki telefon rehberindeki herkese adın soyadını sonuna eklediğin bir mesaj gönderme isteğine sahipsin? Ruh hastası mısın sen?


Net bir şekilde söyleyebilirim ki bu tarz bir mesajı asla ve asla kimseye göndermedim. Hee bunu neden söyleme isteği duydum? Çünkü ufak bir öz eleştiri yaptım da çoğu tenkit ettiğim şeyi bir kerecik dahi olsa yaptığım gerçeği ile yüzleştim. Ama bu tarz bir mesaj gerçekten göndermedim. Aksini iddia eden var ise delikanlı gibi çıksın karşıma!

Şimdi bu sms lerin azalarak bitmesini ümit ederken sosyal medyanın zulmüne uğramaya başladık. Bu bayram en gıcık olduğum mesajların başında "Çikolata tadında bayram geçirmenizi dilerim" tarzı mesajlar gelmekte. Bu tarz mesajları yazan arkadaşlar; birincisi bayramın mantığını yanlış anlamışlar, ikinicisi "Çikolata tadı" nedir allah aşkına? Sabah şekeri mi sanıyorsun sen kendini de sevgi pıtırcığı laflar kullanıyorsun.

Hee asıl bomba ise "Tüm İslam aleminin ..." ile başlayan statuslar. Aman aman aman, allah allah allah, ya rabbim sanırsın Diyanet işleri başkanı veya İstanbul müftüsü konuşuyor. Ah be çocuğum sen gerçekten bedeninde nasıl bir işleme tabi tutuyorsun soluduğun o O2 yi? İnanın kelimeler boğazıma diziliyor, cümlelerimi yutkunmaktan dışa vuramıyorum.

Size diyeceğim tek kelime güzel insanlar;
"Adam Şeyhül islam beyler" olur.

27 Ekim 2011 Perşembe

Kedi Canını Senin



Nedir be kardeşim bizim bu maliye bakanlarından çektiğimiz.

Kısa ve öz yazacağım (Yılmaz özdil stayla)


Önce Kemal Abi geldi. "Bütün rusya devletlerini gezdim, biz daha komunistiz" gibi açıklamaları ile sempatik iş adamı olarak sürüldü önümüze. Bir anda patlayan kuş gribi salgınının ardından gelen pastorize yumurta furyası ile de cukkayı indirdi.


Ardından öyle bir bomba geldi ki geldiği gün "Bu ne lan!" dedim. Ayrılıkçı va faşizan bir söylem olabilir ama o tipden bakan mı olur kardeşim. Peşinden yaptığı dangalakça açıklamalarla beni yanıltmadığı sağolsun kabinenin afacan çocuğu. Sosyal devlet yapısını bir kenara bırakarak "Gaspçı Devlet" yapısını benimseyen hükümetin yapmış olduğu faiş zamların ardından "Zam değil güncelleme" demecini verebilme pişkinliğini sergileyen kurnaz çocuk, deprem vergilerinin nereye gittiği sorusuna ise "vergi illa toplandığı sebep için harcanmaz" sözleri ile devletin nasıl vatandaşın cebindeki üç kuruşa göz diktiğini o sırıtık suratı ile söyleyebilmiştir.

Kedi canını senin.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Steve Jobs'ın Ölümü Üzerine



Steve Jobs,


Yaratmış olduğu teknolojik çığır ve dünyanın en büyük firmalarından birisinin kurucusu olmuş olması sebebi ile, ölümünün ardından Türkiye'de dahil olmak üzere bütün dünyayı bir hüzün kapladı.


Şahsen bu zaman kadar hiç apple ürününe sahip olmadığım için benim hayatıma Steve Amca'nın etkisi apple ürünü sahibi arkadaşlara olduğu kadar etkileyici olmadı. Ki apple ürünü sahibi olsam dahi bu konuda Steve Amca'ya bir minnet borcu duymazdım. Sonuçta üretilen bir ürün ve bunun bir bedeli var, para verip almışsın, ne minneti duyacaksın?


Teknolojik konularda sosyal konularda olduğu kadar başarılı bir insan değilim. Fakat apple ürünlerinin teknolojisini anlamak için Einstein olmaya da gerek yok. Aynı zamanda Apple'ın teknolojisinden daha başarılı bir stratejisi var ise o da marketing konusundaki başarısıdır. Steve Amca teknoloji konusunda olduğundan daha çok bir marketing dehasıdır.


Gelelim bu abinin 21. yy kahramanı ilan edilmesi konusuna;


Zeki bir insan olarak alanında çığır açmış, dev bir şirket kurmuştur. Sadece bu kadar! bu bir insanı kahraman yapmaz. Şahsi fikrime göre bir insanın bir kitle tarafından kahraman edilebilmesi için o kitlenin hayatını, yaşama koşullarını değiştirme çabası göstermesi gerekir. Lan parasını verip aldığınız apple ürününün teknolojisinin iyi olması nedeni ile neden adamı kahraman yaparsınız? Paranız olmasa alabilecek miydiniz o ürünü? Adam sizin yaşam standartınızı mı yükseltti? Yoksa zaten yüksek olan standartlarda yaşayan sizlerin cebinden bir kaç bin dolar çekip kendi ürününü mü sattı?




Bill Gates, Steve Jobs ve diğerleri. Amerikan rüyası ve Kapitalist sistemin yaratmış olduğu modern kahramanlardır. Kötü insanlar olduklarını söyleyemem, zeki olmadıklarını da. Ama kahraman olmadıklarını haykırabilirim.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Kaybolan Değerlerimiz 3: Sagra Çeşmesi



İsteyince oluyormuş hakkatten. Vallahi 3. chaptera geldim bile.


Aslında "Kaybolan Değerlerimiz" olarak düşündüğüm öğeler içerisinde belki de en acıklısıdır bu Sagra Çeşmesi. Nutella'dan bi haber olan 90 lar çocuklarının hayallerini süsleyen nesnelerin başında gelirdi sagra. o kadar cezbediciydi ki, bu dükkanların bulunduğu muhitlerde yaşan veya tv de sagra çeşmesi gören çocuklar, hep o çeşmeden su gibi çikolata içmeyi düşlerlerdi.


2000 lerin ardından gelen ekonomik darboğaza dayanamadı güzelim sagra ve 07.06.2007 itibari ile tmsf nin himayesi altına girdi. Gerçi o tarihten önce de üretmeden tüketen tembel bir toplum olmamızın getirdiği iğrenç dürtülerle sagra dan vazgeçilip nutella çılgınlığına geçmiş bulunmaktaydık. İyice gözden düşen çocukluk kahramanlarımızdan sagra, kendini tmsf nin şefkatli! kollarına usulca bıraktı.




Sagranın tarih sahnesinden çekilmesi ile (Şu andaki ufak tefek faaliyetlerini yok sayıyorum) Sagra mı? Sağra mı? ikilemi de sonsuza kadar cevapsız kalacak gibi duruyor.

27 Eylül 2011 Salı

Kaybolan Değerlerimiz 2: Muhabbet Kuşu





Daha önce "Kaybolan Değerlerimiz:İnce Uçlu Nokia Şarj Aleti" adı altında bir yazı yazmıştım, bu yazımın ardından siz sevenlerimden gelen binlerce maila! tepkisiz kalamadım ve bu konuyu bir yazı dizisine çevirmeye karar verdim (Gerçi daha önce böyle bir girişimi "Karizmatik olma rehberi" için de denemiş ve sıçmıştım)



Kaybolan değerlerimizin ikinci bölümünde ele almak istediğim konu "Muhabbet Kuşu". Bir zamanlar, özellikle 90 larda hatta 2000 lerin başında da hemen hemen her eve girip çıkmıştır bu Avustralya kıtasına özgü, melopsittacus türü sevimli, renkli ve şakacı canlı (Baaaak, spesifik bilgi verdim kaşla göz arasında)



Adeta çılgıncasına sardı etrafımızı bir anda bu kuşlar ve onlara duyulan merak. Hatta muhabbet kuşu o derece yaygındı ki ülkemizde, evden kaçan kuşlar elektrik tellerinde, ağaçlarda gözükür olmaya başlamıştı. Hatta ve hatta ellerinde kafeslerle bu kuşları yakalamayı kendilerine asıl iş edinen mahallemiz gençlerinin sayısı da hiç azımsanmayacak derecedeydi.



Kasetler doldurduk bu kuşları konuşturabilmek için, türlü türlü yöntemler denedik sırf o iki gagasının arasından çıkacak "babacım", "cicikuş" ve "maviş" gibi hayatımızda hiç bir anlam ifade etmeyen sesleri duyabilmek adına. Ellerimizde, omuzlarımızda gezmeleri bizim için tarifsiz mutluluklardı.



Ve bir zamanlar evimizin vazgeçilmezi olan Muhabbet Kuşları da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.



Diyorum ki; Muhabbet kuşlarının bir anda bu derece hızlı gözden düşmesi sosyologlar tarafından araştırılmalı. Hatta sosyoloji alanında akademik kariyer yapan arkadaşlar var ise tez konusu olarak kendilerine bu konuyu seçebilirler, prim yaparsınız bak benden söylemesi ;)



to be continued in my next post.

23 Eylül 2011 Cuma

Bilmem kaç haftadır Bilmem ne yemedim!



Daha önce de bu tarz abuk paylaşımlar yaparak sosyal sorumluluklarını yerine getirdiği sanısı ile tatmin olan yurdum Kezban'ları ve Kamil'leri için yine bir yazı yazmıştım. Son trend x haftadır y yemedim saçmalığını görünce yine yazasım geldi.




Biz öyle bir milletiz işe sanal kahramanlık yapmayı çok severiz. Gözüken amaç meme kanserine destek vermek. Araç olarak seçilen şey ise facebook statusuna doğum gününü saçma şekilde belli etmek, yok sütyen rengi yok don rengini çaktırmadan yazmak falan. He canım he gülüm sen şimdi doğum gününü sütyen rengini yazdın ya meme kanseri ile mücadelede çığır açarsın.




Bir de garip olan şu; Hani bu kadınsal bir konu ya, bunu bir erkek öğrenince şaşırıyor bu iletiyi yazanlar. E be güzelim 21. yy da yaşıyorsun internet teknolojisi var, bilgiye ulaşmak anlık ve sınırsız bir mesele neden şaşırıyorsun ki bu abukluğu bir erkeğin öğrendiğine. Enigma kodları kırıldı kırılalı dünya düzeni bu şekilde ilerliyor. Adam wikileaks yaptı be senin saçma sapan gizli sandığı statusunu mu çözemeyecek.




Hee son olarak şunu da bildireyim; Eğer ki ciddi anlamda meme kanserine destek vermek istiyorsanız Buradan --> http://www.turkkanser.org.tr/news.php?id=128 elinizi ufacık cebinize atarak destekte bulunabilirsiniz.




Şimdi bu yazımı okuyup da vakti zamanına bu tarz saçma akımlara kapılan canım arkadaşlarım bana kızmasınlar çünkü ben de akşam rakı masasında Memleketi kurtardıktan sonra Galatasaray'ı da şampiyon yapacağım!






Öptüm hepinizi panpişler.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Fuck The World



15 Eylül 2011 Perşembe

What is the difference between "complete" & "finish" ?

People say there is no difference between COMPLETE & FINISHED...

But there is.

When you marry the right one, you are COMPLETE...

And when you marry the wrong one, you are FINISHED...

And when the right one catches you with the wrong one, you

are...COMPLETELY FINISHED

"Thats it" demek istiyorum panpişlerim.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Kaybolan Değerlerimiz:İnce uçlu Nokia şarj aleti


Türkiye olarak kendimize ait olmamasına rağmen öz kültürümüz gibi benimsemiş olup, sıkı sıkıya sarıldığımız yabancı menşeili varlıklar vardır.


90 ların başında dünya ve ülkemizde artan cep telefonu aletinin kullanımı ile biz Nokia marka olanını sevdik. Bu Nokia telefonlar o kadar çok sevildi ki her evde en azından bir tane olmazsa olmaz oldu. Dolayısıyla bu cihazı şarj etmek için kullanılan zamazingo da yurt genelinde her evin prizlerindeki yerini aldı.

Gelişen teknolojiler ile bu şarj zamazingoları biraz daha inceldi ve halk arasında "ince uçlu nokia şarj aleti" olarak anılmaya başlandı. O kadar yaygındıki bir yere seyahat ettiğinizde yanınıza şarj aletini almazdınız, çünkü gittiğiniz yerde mutlaka en az bir adet "ince uçlu nokia şarj aleti" olacağını bilirdiniz.

Zaman geçti, teknoloji daha da gelişti iphoneuydu blackberrysiydi android li smartphone larıydı derken bir zamanlar ekranından jelatini aylarca çıkartmadığımız güzelim nokialar gözden düştü. Ardından her evin prizlerinde adeta "Buraların kralı benim" diyerek salınan "ince uçlu nokia şarj aletleri önce çekmecelere ardından da zamanın sonsuz karanlığına gönderildi.

İşte artık her evi bırakın, artık neredeyse hiç bir evde kalmayan "ince uçlu nokia şarj aleti" yozlaşan değerlerimize en güzel örneklerden birisidir.

Değerlerinize sahip çıkın ey halkım.

11 Eylül 2011 Pazar

SMS Takipçisi

Bazen bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen bir takım olaylar dikkatimizi çeker, öğrenme isteğimizi tetikler. Sanırım magazin denen kültür de bu sebeple teknolojinin gelişmesi ile tavan yapmış bulunmakta.


Bizi ilgilendirmeyen olayları öğrenme isteğine günlük hayatta, toplu taşıma araçlarında v.s. çok spesifik bir örnek mevcut bulunmakta: Sms takipçiliği.

Mesela tren, otobüs veya metro gibi bir toplu taşıma aracında seyahat ederken yanınızda telefonu ile sms göndermekte olan birisinin telefonuna göz ucu ile bakmak bunun en net örneğidir. Sms gönderen ve o sms i alan kişiyi hiç tanımamıza hatta bir daha hiç göremeyecek olmamıza rağmen yazılan text i merak ederiz çaktırmadan bakarız. o ufak göz atışlar esnasına sms ci ile göz göze gelmeyi hiç istememize rağmen göz göze gelme ihtimalinin mevcudiyeti olayı daha da heyecanlı yapar.

İtiraf ediyorum ki ben bunu yapıyorum çok da keyif alıyorum inanılmaz da eğlenceli oluyor. Bu özelliğe sahip olduğum için tanımadığım bir kalabalık içerisinde mesaj yazacak olduğumda da etrafımda benim gibi meraklı insanların varlığını göz önünde bulundurarak telefonumu kimsenin göremeyeceği şekilde tutup sms yazıyorum :)

Eğer ki siz bunu yapmıyorsanız (Ama yapmamanızın sebebi sms ci ile göz göze gelmemek olmamalı, gerçekten umursamadığınızdan bakmıyorsanız) önünüzde saygı ile eğilirim.

Respects :)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Hayalleri Magnum Dondurmanın Süslediği Yıllar



90 ların heyecan, tutku, samimiyet ve gerçekçiliğinin yaşandığı yıllardır Magnum dondurma almanın hayalleri süslediği yıllar. Tam olarak Magnum marka dondurmanın Algida firması tarafından ne zaman piyasaya sürüldüğünü bilmesemde 90 lı yılların ortalarında Magnum dondurması kesinlikle bir zenginlik, sınıf göstergesiydi.






O yıllarda sadece 10 lu yaşların ilk yarısında olanlar için değil, bütün toplum için bir lükstü Magnum marka dondurma. Mesela Max herkesin dondurmasıydı, normaldı. Buz parmak falan alınırdı zaman zaman. Hatta milki gibi ismi olan dondurma da tercih edilirdi fakat "Magnum" asla! o sadece çok sınırlı sayıda insan tarafından tüketilebilen bir üründü. Algida'nın dondurma kataloğunun en üstünde yer alarak adeta olimpiyatlarda altın madalya kazanmış edası ile insanlara aşağılayıcı gözler ile bakardı. Nirvanaydi.






O yıllardaki bu ürünün nisbi fiyatı hakkında sayısal bir veriye ulaşamamış olsam da pahalıydı işte arkadaş. Allah aşkına kaç kişi 90 lı yılların ortalarında Magnuma şu andaki rahatlıkla ulaşabiliyordu?






Gelmek istediğim nokta şu ki; O yıllarda Magnum yiyerek edindiğim, tarifi kelimeler ile mümkün olmayan marjinal faydaya sanırım şu anda Ferrari falan alsam ulaşamam.






Demek ki neymiş? Mutluluğun küçüğü büyüğü olmazmış!

18 Ağustos 2011 Perşembe

Asgari Ücretin Yarısına Futbolcu Oynatmak


Yönetim sonunda taraftarının sesine kulak verip, zaten Galatasaray'a dönmek için can atan tribünlerin sevgilisi "Kadıköy Boksörü" Keita'yı bir sezonluk ayrılıktan sonra geri getirerek sevenleri tekrar buluşturdu.
Ünal Başkan'a teşekkürü bir borç biliriz.

Fakat resimde kırmızı ile belirttiğim, çok acınası bir durum söz konusu. O ücret nedir allasen?
Tamam Ünal Başkan iş adamı, parayı yönetmeyi iyi bilen bir abimiz ama bu kadar gaddar davranılmazki be başkanım.

Asgari ücretin brüt 837 Tl olduğu bir ülkede, günlük kuru 2,75 den hesaplasak sen bu adamı 412 tl gibi bir ücrete çalıştıracaksın. Vallahi içim acıdı. Ne yiyecek ne içecek bu fukara. Ek iş olarak saat, parfüm mü satsın Eminönü'nde ?

Bu durumun bir de şöyle bir tehlikesi var; Malum Fenerbahçe'nin şike yaptığı ispatlanamadığı için ceza almadı ya, vallaha adaletli federasyonumuz hak yenmesin diye asgari ücretin altında adam oynatıyoruz diye bizi küme düşürebilir. Yapar mı? yaparsa şaşırmam.

Not1: Yılmaz Özdil, Ertuğrul Özkök, Ercan Saatçi gibi hiç haz etmediğim adamların parsellediği bir gazetenin ufacık bir hatasını bile bulsam eleştiririm, yerden yere vururum.
Şimdi onlar düşünsün...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Türkçe Küfür Edince Türk Olmak

Bu konuya daha önce değinmiştim, yine değineceğim.



Hani Worm Jim'e benzeyip, İsmail YK ekolünden gelen Mesut Özil adında bir futbolcu var ya, heh işte biz millet olarak bu adamda takılıp kaldık arkadaş. Bir grup bu herifin Alman milli takımını seçmesini gururuna yediremedi, bir grup "Helal olsun adama, yakışır!" tepkisi verdi falan oldu filan oldu. Adam neredeyse toplumu bölünmenin eşiğine getirdi.



Son zamanlarda da bu kardeş ile ilgili temel olay maçlarda Türkçe küfür etmesi.



Dünki Real-Barça maçı esnasında itiraz belirtisi olarak, açıkça belli olacak şekilde hakeme "Bi siktir git yeaa!" nidasını ben ve 70 milyon(Bknz:70 milyon bizi izliyor efendim) gördük.



Bugün ise Dünya üzerindeki Türk devletlerinde bu olay 21 pare top atışı ile kutlandı.



Mesut kendisi ile röportaja gelen Türk kanalı(Hangi kanal olduğunu hatırlamadığım için sallamayayım, Türk kanalı diyeyim dedim)'na "Naynn" diye yavşakça tepki verirken çok umursamadık, ama maç esnasında ettiği Türkçe küfürlere "Aaaa bak lan Hilmi Abi, Mesut yine Türkçe küfür etti, harbiden Türk bu adam Heheh) diye sevindirik olduk.



Canlarım ciğerlerim. Tepkilerini "Hassiktir" vb kombinasyonlar ile belirten ama Alman milli takımında oynayan Mesut'mu Türktür? Yoksa Sinirlenince "Foook Yuuu" diye bağıran ama Ay yıldızlı formayı giyen Colin(Ya da Kazım) Kazım mı?




Söyleyeyim; İkisi de Türk Mürk değildir, hatta Türkiye zerre kadar umurlarında bile değildir.



Eğer Türk olan topçu istiyorsanız Bknz:Altıntop kardeşler, Aslan parçası Nuri Şahin, Yıldıray Baştürk (Örnekleri bir miktar daha arttırabiliriz)




Diyerek yazımı sonlandırıyorum.




P.S. Görseli bilerek sona koydum. Bir de buna haya gücünüzle İsmail YK yı ekleyin (Ben kısıtlı imkanlarım ile ekleyemedim)


Delikanlı gibi! Güzel benzetme yapmışım değil mi?
















8 Ağustos 2011 Pazartesi

Niyetli misin?

Zaman zaman kendimi kontrol etmekte zorlandığım anlar olur benim. Bu tarz durumlarda içimdeki canavarı durduramamaktan çok korkarım.


Bu tarz hissiyata büründüğüm anlarda birisi de Ramazan Ayı'nda cereyan eder. Ama bunun Ramazan Ayı'nın kutsallığı veya dini olgularla alakası yoktur. Alakalı olduğu konu ise "Niyetli misin?" sorusuna verilen cevaplar ile ilgilidir.

Düşünebiliyor musunuz eşşek kadar abiler ablalar halen "Niyetli misin?" sorusuna "Evet, iyi niyetliyim" ya da "Evet, kötü niyetliyim" gibi sevimsiz, aptalca cevaplar verip karşı taraftan samimi bir tebessüm bekliyor.

Net söylüyorum bana böyle bir cevap verilse karşılığında tek cevabım "Mal mısın a.q.?" olur.

Belkide bu tepkim yaratıcı olmayan düşünce yapısına karşı gösterilen bir isyanın resmidir.

N'apim işte bende böyleyim.

26 Temmuz 2011 Salı

Popülizmin Doruklarında Gezinen Bir Portre: Yılmaz Özdil

Daha önce yine bu adamla ilgili bir yazı yazmıştım, oradan da anlaşılacağı üzere bu adamı ne kadar çok sevmediğimi tahmin edebilirsiniz. Bknz: http://gelsenbirdebanasor.blogspot.com/2011/04/ylmaz-ozdil-ile-gundemi-takip-ediyorum.html


Bence bu arkadaşın yazıya başlama ve yazıyı bitirme arasındaki geçirdiği süreç şu şekilde ilerliyor; Popülizmin bu memlekette din ve milliyetçilikten bile daha fazla prim yaptığının farkında olan bu adam gündemi hangi konunun meşgul ettiğine baktıktan sonra ekşi'de wikipedia'da konu ile ilgili muhtelif bilgilere bir göz attıktan sonra oturuyor bir güzel "enter" tuşunu kullanmadan yazı yazıyor. Güzelim vatandaşımda okuduğu bu üç satır yazıdan fikir sahibi oluyor.


Bu adama karşı çok doluyum, hele ki son yazdığı yazıdan sonra.


Amy Winehouse. 27 yaşında hayata gözlerini yuman bir İngiliz. "Erken kaybettiğimiz" falan gibi fakir fukara edebiyatı yapmayacağım. Hatun 27 senelik hayatına milyonlarca hayran ve birisi 5 Grammy ödülü alan 2 albüm sığdırdı. Sebebini henüz tam olarak bilmediğimiz ve sebebi ne olursa olsun bizi ilgilendirmeyen bir sebeplede öldü gitti.


Bir bizde Defne Joy Foster vardı, sevimli bir kızcağız. Bu kadın öldükten sonra Yılmaz insanı bir yazı yazmıştı popülistliğini en dorukta göstererek. Hesapta Defne'nin ölümü üzerine olumsuz yorumları eleştiren bir yazı. Yazısında Sakıp Sabancı'dan tutun Erdal İnönü'ye, Kerim Tekin'den Uğur Mumcu'ya örnekler vermişti. Yazı tuttu, çünkü popülistlik ancak bu kadar olurdu.


Amy öldükten sonra da bugün bir yazı yazmış yine popülist ve eleştirel! hatta şöyle de kesin bir yargıda bulunmuş Defne'nin ölümüne kesin yargıda bulunanları eleştiren Yılmaz "eroin'i, kokain'i, ecstasy'i, ketamin'i kokteyl yapıp viskiyle yuvarlamış" Yanında mıydın be bilader?(hani bu adam İzmir'li ya, hatta İzmir faşisti ya onun için kendisine bilader diye seslendim!) Hem böyle bir şekilde ölmüş olsa seni ne ilgilendirir? O zaman sen Defne evinde ölü bulunduğu adamla seviştikten sonra uyuşturucu kullanıp ölse nefret mi kusacaktın? bu kadar mı basitsin? ya da bu kadar mı iki yüzlüsün?


Bir de Amy'i bugünki köşesine konu olarak seçmesi 13 şehidimizin bu kadar gündeme taşınmaması imiş.Be adam madem sen bu konuda bu kadar hassassın o zaman bırak Amy Winehouse'ı kendine ana konu seçmeyide uzun uza bir yazı yaz terörün neden ve nasıl buralara geldiğini belirten. Ama o zaman tutmaz demi be bilader! Örnek verdiğin Apbi İpekçi gibi, Uğur Mumcu gibi, Ahmet Taner Kışlalı gibi uzun araştırmalar sonucu yazılar yazsan kim okuyacak değil mi? Hem zaten o zaman bu kadar gündemde de olmazsın.


Neyse be moruk sen bu şekilde yazmaya devam et, fazla kasma.


Amma dolmuşum bu arada. Tamam sakinim :)

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Or-Gi Havaalanı

Canım ciğerim birtanecik hükümetimin bir boka yaramayan ama milyonlarca Türk Lira'sı harcayıp çok bir boka yarayacakmış gibi gösterdiği projelerden birisi daha tekrar gündemimize geldi.
Şöyle bir analiz yapalım İstanbul'da bulunan havaalanları için;
Kadıköy'den, kendi yakasında bulunan Sabiha Gökçen Havaalanına ulaşmak ne kadar sürüyor? En iyimser 45 dakika. Peki Sarıyer'den kendi yakasında bulunan Atatürk Havaalanı'na ulaşmak kaç dakika? en iyimser 60 dakika. Farkındaysanız alakasız ilçe isimleri vermedim, hep pozitif davrandım. Peki Giresun'dan Trabzon Havaalanı'na ya da Ordu'dan Samsun Havaalanı'na ulaşmak ne kadar? en iyimser değil, taş çatlasın 1 saat! Vay bee harbiden çok gerekliymiş bu yatırım demek ki!
Yurdum insanının geneli gibi beyni uyuşturulmuş güzelim Ordu ve Giresun illerimizde eminim ki bayram havası vardır şimdi Havaalanımız olacak diye. Lan oğlum adamlar fındığınızın, çayınızın, hayvancılığınızın afedersinizde a.q du, sesiniz çıkmadı. Şimdi hiçbir bokunuza yaramayacak hatta il genelinde muhtemelen %20 yi geçmeyecek bir kesimin kullanacağı havaalanı için şenlik yapıyorsunuz. Bu konuda bildiğim süpersonik bir atasözü var ama 18 yaş altı okuyucularımı da gözönünde bulundurarak yazmıyorum, merak edene özelden söylerim.
Bu arada bahsi geçen projenin desteklenecek hiçbir yanı yok mu? Olmaz mı, ismi. Orgi, OMG. Ne güzel isim lan kim bulduysa on numara olmuş. Ama başta Orgi olan isim bazı gelen tepkilerden dolayı değiştirilecekmiş. Ben şahsen başta Orgi olan ama sonradan değiştirilmesine karar verilen bu havaalanı için naçizane bir kaç öneri sunmak istiyorum
Threesome olabilir mesela, Seducing, Milf, Teen, Big Tits falan yapın işte ne bileyim. Ya da Fuck me yapın en iyisi memleketi fucktığınız gibi!
Tamam, sakinim.

25 Haziran 2011 Cumartesi

Engin Alan vs Hatip Dicle

Başlıkta ismi geçen iki şahsiyetin çok az miktarda olan benzer özelliklerinden en çarpıcısı; ikisinin de millet iradesi ile meclise girmeye hak kazanıp, mevcut yasalar gereği kazandıkları bu hakkı kullanamamalarıdır. Bu gruba Haberal ve Balbay'ın da katılıp katılamayacağını zaman ile göreceğiz.
Hatip Dicle'nin meclise giremeyeceği kararı kesinleşmesinin ardından Bağımsızlık ve Demokrasi bloğu olarak adalandırılan ve mecliste 36 sandalya ile temsil edilecek grup haklı olarak tepkisini ortaya koydu farklı fikirler üretildi. Sine-i millet (Bu söylemdende nefret ediyorum) dendi, bakın güç kullanırız haaa! denip meclisine girmeye hak kazandığı ülke tehdit edildi gibi bir sürü düşünce ve eylem planı atıldı ortaya.
Ardından Engin Alan'ın meclise giremeyeceğine karar verdi YSK. Bu karar çıkar çıkmaz Devlet Bahçeli ve arkadaşları küplere bindi. Millet iradesine saygı gösterilmediği gerekçesi ile haklı olarak tepkiler ortaya konuldu. MHP grubunun da bu karara karşı eminimki bie eylem planı mevcuttur.
Şimdilik CHP ise cezaevinden aday gösterip meclise girmeye hak kazanan adayları hakkındaki karar kesinleşmesiği için kısık sesle hatta fısıltı ile konuşmakta.
Diyeceğim o ki Acaba Hatip Dicle meclise girseydi Blok grubu Engin Alan'ın meclise girememesini ne kadar önemserdi? Ya da Engin Alan meclise girse MHP grubunun Hatip Dicle'nin meclise girip girmemesi umrunda olur muydu? Kesinlikle olmaz hatta içten içe iki grup da karşı görüşten vekil olmaya hak kazanmış kişilerin meclise girememesine memnun olur ama yine fısıltı halinde "Demokrasi aykırı" söylemini sergilerlerdi.

Kanunların herkes için eşit ve adil olması yerine lehimize çalışmasını istediğimiz sürece hiç bir zaman iki yakamız bir araya gelmez.

Madem demokrasi aşığı olarak gösteriyor herkes kendisini işte size bir öneri mecliste beni temsil eden abilerim ablalarım.

BDP grubu YSK'nın uygulamak zorunda olduğu vekillik iptallerini içeren yasanın gündeme taşınması hakkında bir öneri sunsun. CHP ve MHP 'de bunu desteklesin. Ama CHP, Haberal ve Balbay meclise girse bile desteklesin ki samimiyetine inanalım.


Ayrıca; keşke benim meydanlarda aslanlar gibi kükreyip Avrupa'ya gider yapan sevgili başbakanım ilk meclise nasıl girdiğini hatırlayıp, her konuda yüksek sesle konuştuğu gibi bu konuda da empati yapıp sesini yükseltebilme cesaretini gösterebilseydi.
Ne güzel olurdu demi lan!

24 Haziran 2011 Cuma

Ebeveyn Telkinleri: Chapter 1

Ben sana yapma demiyorum, hobi olarak yine yap!

Tahminlerime göre ergen çağlarında bir çok ademoğlunun velilerinden işittiği cümle grubudur.

Bu ne demektir abicim! bu söyleme maruz kalan arkadaş belli ki ailesinin hobi olarak yapması konusunda ısrarcı davrandığı işi seviyor, e sen niye bunu evladının hobi olarak yapmasını istiyorsun ki! Belkide bir yeteneği daha doğmak üzereyken katlediyorsun. Belkide (Hatta muhtemelen) ne Lebron'lar, ne Messi'ler ne Jimmy Hendrix'ler ne Jack Nicholson'lar ne Tiger Woods(Oha a.q. o kadar da değil!)'lar yok olup gittiler.

Bu kafayla nereye kadar! Olmaaaaaaz ,yürümez bu gemi.

Heee bu lafım ailesinin hobi olarak yapmasını istediği işi gerçekten icra ettiği takdirde başarıya ulaşabilme ışığını yayabilen kişiler için geçerlidir. Yoksa ne kazmalar var bi boktan anlamadan sırf gösteriş olsun diye popüler bir işle uğraşan. Onlar zaten hobi olarak da bir şey yapmasın. Yok olsun onlar!.

Bak şimdi aklıma takıldı ben neden başarılı insan örneklerini hep ecnebilerden verdim.
Bizde neden yok!

12 Haziran 2011 Pazar

2011 Seçim Analizi

Eveeeet, gelelim uzun süredir gündemimizi meşgul eden seçimin kritiğini yapmaya.


Bu kritiği, kritik bir kaç şehri değerlendirerek yapmanın en objektif sonucu yansıtacağına inanmaktayım.

Başlayalım,
Kütahya: Siyanür diye ortalık yıkıldı, insanlar isyan etti-AKP %65
Trabzon:Fenerli başbakan istemeyiz, şampiyonluğumuz çalındı dendi AKP %60
Sinop :Güzel memleketim Nükleerdi termikti ayağa kalktı AKP %55
Ordu :Fındığa taban fiyat için insanlar yollara döküldü AKP %60
Artvin : Burayı anlatmaya hiç gerek yok AKP %46
Kars :Ucube heykel yıkıldı AKP %43

Sonuç ortada,

Bitirmeden not: 5 sene daha bu hükümet ile yönetilmek yıllardır cahil bırakılan benim canım gariban halkımın suçu değildir. O gariban, cahil insanıma gerçekleri onların anlayacağı bir dilde anlatmak zahmetinde bulunmak yerine, Kaf dağının üstünde oturup Gani Müjde gibi bir popülistin "Kafasina kus sictiginda sans oyunu oynayan toplumun; agzina sicana oy vermesi normaldir" gibi iğrenç söylemi ile AKP'ye oy verenleri tenkit eden sözüm ona entellektüellerin suçudur!

Saygılar, sevgiler.

10 Haziran 2011 Cuma

Ait Olduğun Millet, Doya Doya Küfür Edebildiğin Dilin Milletidir.

Türk milleti olarak övünülecek bir çok noktamız olduğunu düşünmekteyim. Bir kaç önemli örnek vermek gerekirse; Mesela atı evcilleştirerek insanoğlunun hizmetine sunan bizim atalarımızdır. Sonra efendime söyleyeyim Yoğurdu biz bulduk mesela. Hepsinden daha önemlisi özellikle Milliyetçi bakış açısına sahip Müdürlerin makam odalarında üçgen şeklinde dizilmiş bayrak takımı mevcut olan 17 tane anlı şanlı Türk devleti var.

Ama ben şimdilik övünülecek yönlerimizi bir köşeye bırakıp, kendimce ezikçe gördüğüm yönlerimizi dile getireceğim.

Bizim milletçe hakkında Türk'lüğe yakın ufacık bir ipucu dahi bulduğumuz insanları "Türk" olarak nitelendirme gibi bir hastalığımız var. Hatta kişi kendisi "Ne Türk'ü kardeşim saçmalamayın" dese bile, "Olur mu lan! Türksün işte" gibi bir çıkış sergileme potansiyeline sahibiz.

Bunun en güzel örneğini Mehmet Scholl'de yaşadık zamanında. Adamın babası Türk, annesi Alman ama eminim ki ne Türkiye hakkında en ufak bilgiye sahip, ne de ismi olan Mehmet den başka bir gram Türkçe kelime biliyor. Hatta adam babası annesinden boşanıpta annesi bir Alman ile evlenince gerçek soyadı olan "Yüksel" i değiştirip "Scholl" yapacak kadar Türk değil. Ama hiç olur mu öyle şey, biz bu adamı yıllarca Türk kabul ettik. Hatta adamın zikinde olmamamıza rağmen bu herifin başarıları ile gurur duyduk. Eziklik değilde nedir bu biraderim.

Sonra bizim milli takımımıza da half and half Türk'ler dahil olmaya başladı. Benim net hatırladığım Mustafa İzzet vardı. Adam yarı Kıbrıs'lı yarı İngiliz yine Türkçe bilmiyor. İngiliz milli takımına kabul edilmedi, "bari futbol kariyerim milli olmadan bitmesin" diye Türk milli takımında oynadı, biz de sevindindik.

Keza Kazım yine aynı model.

Bakın şimdi bu Türk Milli takımında oynayan İngiliz kökenli kardeşler tepki vermesi gereken bir durumla karşılaştıklarında "Hassiktir lan ordan" mı derler? yoksa "Fuck you" mu? tabi ki B şıkkını seçeceklerdir.

Peki o Alman Milli takımını seçtiği için yerden yere vurulan Mesut ne der? Tabi ki "Hassiktir" i çeker devamında da uzatır da uzatır. Demek ki neymiş Mesut %100 Türk müş.

Mesut aslanım burdan sana da bir çift lafım var. Tamam Alman milli takımını seçmiş olabilirsin ama "Kendimi Alman Hissediyorum" gibi demeçler verip götün başın oynamasın, yemezler. Adın Mesut lan bir kere nasıl Alman olabilirsin?

P.S.

Aklıma gelmişken söyleyeyim "Mesut Alman Milli takımını seçmese Real'e gidemezdi" diyenlere geç de olsa cevap. Türk milli takımını sırtına geçirip her fırsatta Türk olduğunu dile getiren Nuri ve Hamit'de Aslanlar gibi Real formasını giyecekler.
Muckss

3 Haziran 2011 Cuma

3 Çocuk Yapma Sorunsalı

Seçim öncesi başbakanın sunduğu bir proje vardı ya "Çılgın" olarak nitelendirilen. Bence o projeden çok daha çılgınını zaten önceden gündeme getirmişti başbakan hazretleri insanları 3 çocuk yapmaya teşvik ederek.

Ama benim dikkatimi çeken başbakanın çocuklarının başbakan kadar çılgın olmadıkları.

Sayın başbakanımızın çok muhterem 2 erkek evladı Burak ve Bilal Bey'ler acaba muhterem babalarına kaçar tane torun bahşedebilmişlerdir? Bildiğim kadarı ile iki çocuğundan yalnızca bir torunu var Tayyip Reis'in.

Ama düşündümde hak verdim çocuklara. Bir tane gemicikle nasıl baksınlar 3 çocuğa!
3 çocuğa bakabilmek için vatandaşın eline geçen aslanlar gibi 630 tl net asgari ücret mi var sanki Bilal ve Burak Bey'lerde!

19 Mayıs 2011 Perşembe

İşte Paşam İstanbul!

1950 Seçimleri öncesi İsmet paşa meşhur taksim mitingini yapmaktadır. Meydan hıncahınç doludur. Tahminlere göre Yüz Binden az olmayan bir insan topluluğu büyük bir coşku ile "Milli Şef"i selamlamaktadırlar. 1949-1957 yılları arası İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı görevini aynı anda yürütmekte olan Ord Prof Dr Fahrettin Kerim Gökay, İsmet Paşa'nın yanına gelerek seçimin sonucunu tahmin edercesine "İşte Paşam İstanbul" der.

Şimdi o seçim sonuçlarına bir bakalım;
Türkiye geneli- DP:%55.2 CHP:%39.6
İstanbul İçin - DP:%56.6 CHP:%26.1
(İkisini toplayıp 100 etmiyor demeyin, eksik kısım MP ve Bağımsızların oy oranı)

Demek ki neymiş? İstanbul o değilmiş!

Halkının gerçeklerini göremeyen, yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine tenkit eden, dinamikleri kullanmayı başaramayan siyasiler dünya siyaset arenasında hep hüsranı tatmışlardır.

Örnekleri çoktur. Araştırın, bulamazsanız gelin ben söyleyeyim.

17 Mayıs 2011 Salı

17 Mayıs Kutlu Olsun


Bugün 17 Mayıs. O Türk Futbol tarihinin, hatta spor tarihinin en şanlı kupasının kazanıldığı gün. Ne mutlu ki bana bundan 11 sene önce Popescu'nun son penaltı vuruşundan sonra deliler,çılgınlar,manyaklar hatta azgınlar gibi bir sevinç yaşadım. Bu sevinç benimdi, bizimdi, bütün Galatasaray'lılarındı.

17 Mayıs 2000'den sonra her 17 Mayıs'da yine o sevinci yaşadım, takımımın o yıllardan sonra asla 2000 senesindeki performansı sergileyememesine rağmen. Çünkü 17 Mayıs 2000'de almıştık o kupayı ve o kupa hala bizim müzemizde ve dünyanın sonuna kadarda orada kalacak. Ve bütün Galatasaray'lılar haklı olarak o kupayla gurur duyacak.

Aramızda Osmanlı'nın İstanbul'u alması ile gurur duymayan var mı? Peki Osmanlı'nın o eski gücünden eser var mı? Hatta Osmanlı'mı var? Ama İstanbul bizim! ve bununla da sonsuza kadar gurur duyacağız. Bizanslılar ise bunu hep içlerinde hep bir uhde olarak saklayıp, bahaneler üreteceklerdir.

Uefa kupası bizimdir Galatasaray'lıların, gurur duymak da en büyük hakkımız. Bunu çekemeyip "İyi ki bir kupanız var" diyen Bizanslılar'a da sevgilerimi sunarım.

3 Mayıs 2011 Salı

Bebek Görünce Mala Bağlayan İnsan Modeli

Hani toplumumuzun eğitimsiz ve cahil olduğundan yakınan ve ülke olarak temel problemimizin bu olduğu görüşünü ortaya atan bir takım insanlar var ya, onlara diyorum ki "Hayır efendim yanlış düşünüyorsunuz!" geri kalmışlığımızın, aksaklıkların, problemlerin temel kaynağı tamamen farklı.


Açıklıyorum ülkemizin asıl parmak basılması gereken kanayan yarasını. Herkes ellerini başının arasına koysun, düşünsün, kendine bir pay çıkartsın bundan.

Ülkemizin en büyük problemi "Bebek görünce mala bağlayan yetişkinlerdir" Bu konuda çok ciddiyim, dertliyim, sıkıntılıyım.

Olaylar genelde şöyle gelişir. Bir grup yetişkinin bulunduğu ortama, bir şekilde bir insan yavrusu gelir. Bu insan yavrusu o gruptan birisinin arkadaşının veya akrabasının yavrusu olabilir, farketmez. Gelen insan yavrusuna bizim aklı selim! yetişkinlerimiz ilk tepki olarak genellikle "Hanimiş de hanimiş", "Abu cubu cubu cubu", "Bıcı bıcı bıcı" gibi saçma sapan seslerle sevgilerini belirtirler. Güzelim benim, o aptalca seslerin çıkartmandaki amaç ne senin? Ne yapmaya çalışıyorsun ki? Tamam belki kendinde o sübyana katabilecek pozitif bir değer göremeyebilirsin ama zavallı sabinin gelişimini neden engelliyorsun?

Hayatının neredeyse 4 senesini ilk tanıştığı insanlardan duyduğu bu saçma seslerle geçiren yavrumuzun gelişimi, doğal olarak Avrupa'lı akranlarına göre geç tamamlanmaktadır.Düşündüğümüzde ona bu ses grupları ile hitap eden yetişkinler de, henüz birer yavruyken aynı muameleye maruz kaldıkları için, yaptıkları yanlışı fark edememektedirler.Ancak artık birisinin bu zinciri kırması gerek.

İşte o kahraman benim! Vallahi de billahi de yapmıyorum. İlk başlarda çok zorlandım o aptal sesleri çıkartmamak için ama irademe hakim oldum, dizginledim kendimi. Karşımdaki bebeklere artık yetişkinmişlercesine davranıyor, sorularına ise realist cevaplar veriyorum.

Siz de böyle yapın. Bir bebek değişsin, Türkiye değişsin.

Düşünsenize; ^^Koşma! Düşersin "uf" olur dizin^^ dediğiniz bir çocuk size "Uf ne a.q. çok çok kanar işte" dese, ne cevap vereceksiniz?




19 Nisan 2011 Salı

Yılmaz Özdil ile Gündemi Takip Ediyorum

Yılmaz Özdil denen bir karakter ve bu karakterin yazmış olduğu 10 paragrafı geçmeyen(Eminim ki 15 paragrafı geçen köşe yazıları bir çok kişi tarafından, yarısına gelince okunmaktan vazgeçiliyordur) köşe yazılarından gündemi takip edip fikir üreten milyonlar.


Yalan söylemeyeyim ben de denk geldikçe okuyorum bu nevi şahsına münasır abimizin yazılarını.Çıkarttığım anlam ise, bu adamın elinde beş parça lego varmış da, her yazısında farklı şekilde birleştirerek, farklı konular hakkında yorum yapıyormuş gibi geliyor.


Gündem hakkında yazılar yazıyorsan ve amacın eleştiri ise bu kadar yüzeysel olma be Yılmaz Abi!!. Tam anlamı ile internet bilgileri. Gerçekten yazmıyor, sanal ortamda paylaşıyor.


Merak ettim bu abimizin kaç tane kitabı varmış diye Google'a bir sordum, aldığım cevap 2011 yılında yazılmış yalnızca bir (Rakamla "1") adet oldu(Yanlışsam düzeltebilirsiniz, özgürsünüz) Aslında çok görmedim kendisine,neden mi? uzun uzun araştırmalar yapıp, kalın kalın kitaplar yazsa acaba 10 satırlık yazıları sosyal ortamlarda paylaşan kaç kişi okurdu bu kitapları? Uğur Mumcu'nun kitaplarını kaç kişi okudu?ya da katledilmeden önce ne kadar gündemi işgal ediyordu üstad ?


Diyeceğim o ki, Hükümet karşıtı olan insanların büyük bir çoğunluğunun Yılmaz Özdil yazılarından ilham aldığını düşünürsek, uzun yıllar daha aynı hükümet ile yaşamaya şimdiden alışsak iyi olur sanırım.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Sehven vs Yanlışlıkla

Güzel Türkçe'mizde "sehven" diye bir kelime varmış ve ben Türkçe'yi iyi kullandığını düşünen,aynı cümle içerisinde iki kelimeyi kullanmamaya dikkat eden, kelime dağarcığı ortalamanın üstünde bir birey olduğumu düşünürken, bu kelimeyi 4 ay öncesine kadar bilmediğimin farkına vardım.Aslında normal çünkü bu şahane kelime resmi yazışalarda kullanılıyormuş, şahsımında gayrı resmi bir hayatı söz konusu olduğunu düşündüğümde lugatıma dahil olmaması gayet normal.


Şimdi konu şöyle ki mail trafiğinin içerisinde "sehven falan yerine filan yazılmıştır" gibi cümlelerde gözüme ilişiyordu, emin olamamakla beraber "yanlışlıkla" kelimesi ile aynı anlamda olduğunu düşünüyordum. Ardından ben de bir hata yaptığımda "sehven falan yerine filan yaptım" gibi mailler göndermeye başladım.

Fakat sonra düşündüm ki bu sehven kelimesi yanlışlıkla ile kesinlikle aynı anlamda değil, yakın diyebiliriz ama asla aynı değil.

Yanlışlıkla kelimesi delikanlı bir kelimedir, yanlışlıkla denilince hatayı üstlenirsin. "Ben yaptım kardeşim, cezası neysede çekeriz" demenin özetidir bir anlamda. Ama sehven öyle değil işte. Sehvenin götü başı oynar, kıvraktır. Sehven denilince sanki; hatayı ben değil de yan masada oturan x hanım/bey yaptı tadını verir insana. Bir nevi kaçacak deliktir sehven, suçu üstünüzden atmanın bir yolu geliyor bana nedense.

Hee şimdi sorarsanız bundan sonra resmi yazışma yaparken hata yaptığında sehven mi kullanacaksın, yanlışlıkla mı ? diye, cevabımı vereyim Sehven i kullanacağım.

Lanet olsun bu düzene de bu düzenin kölesi olan bizlere de. Devlet bize sahip çıksın.

31 Mart 2011 Perşembe

Fotoğraf Çektirirken "Özgürlük İşareti" Yapan Japon

Başlamadan önce not: Bu blog yazısında "Japon" diye tabir edilen kesim, çekik göze sahip Japon, Kore, Çin, Tayland v.s. gibi Uzak Doğu'da konuşlanmış bütün ülke mensuplarıdır.Çekik gözlü mü? benim için Japon'dur arkadaş!

Bu Japon'larda anlaşılamaz,çözülemez bir huy var.Özellikle bayan japonlar fotoğraf çektirileceğini anladıklarında anında Özgürlük İşareti yapıyor. Birebir şahit oldum. Hayat normal bir seyirde devam ederken fotoğraf çekileceğini anlar anlamaz "Özgürlük işareti" yapıyorlar.Aniden, habersizce, hazırlık olmadan, fütursuzca.

Önce "N'apıyorsunuz kardeşim siz? Kafayı mı yediniz?" diye çıkışayım dedim, sonra vazgeçerek çocukluklarına inmek istedim. Bu hareketin altında yatan sosyo psikolojik zemini görmek istedim, ama beceremedim.

Hele bu geçenlerde bir deprem oldu ya bunların ülkesinde, işte o zaman çok korktum.Korkumun sebebi nükleer sızıntının Türkiye'ye gelmesi falan asla değil,hatta bu sızıntı umrumda bile değil(Hem nükleerden korkuyorsan evine tüpte alma,bilgisayarda kullanma değil mi?!!!")Korkumun asıl sebebi göçük altından çıkarılan bir Japon vatandaşın veya nükleer sızıntıyı önlemeye çalışan bir japon görevlinin kameraları görür görmez "Özgürlük İşareti" yapmasıydı.Şükür ki olmadı,nasıl içim huzur doldu bilemezsiniz.İsterse şimdi bütün dünyayı nükleer sızıntı sarsın, çok da tın.

Aha da size bir görsel.Ne kadar korkunç bir sahne değil mi?











28 Mart 2011 Pazartesi

Adım Adım Nasıl Karizmatik Olunur?Step 2;Objektifime Takılanlar

Eveeeet, gelelim karizmanın zirvesine giden yol haritasının ikinci bölümüne. Şimdi bu bölümde anlatacaklarımı gerçekleştirmek için bir mktar kapitale ihtiyacınız olacak. Çünkü D-SLR sınıfına dahil bir fotoğraf makinası gereksinimimiz var,hatta bir de tripod olursa dehşetül şahane olur.Hee bu sınıfa dahil makinası olan bir panpanız varsa, karizmaya tırmanan yolda ilerlemek için ödünç alma seçeneğinide kullanabilirsiniz.

Şimdi fotoğraf makinamızı alıp Kadıköy rıhtımdan akbilimizi basarak Beşiktaş vapuruna biniyoruz.Eminönü, Karaköy vapuru da olabilir ama bizim tavsiyemiz Beşiktaş'tan yana. Vapurun hareket etmesiyle kıç tarafa geçip avımızı tuzağımıza düşürmek için en ideal yem olan simitlerimizi fezaya doğru savuruyoruz.Veeee avımız geldi.Simite saldıran martıların fotoğrafını çekmemiz lazım.Ama her martı fotosu olmaz.Ya martı kadrajın ortasına oturup arka fon masmavi bir gökyüzü olmalı ya da kadrajın köşesindeki martı net, arka fondaki Haydarpaşa Gar'ı flu olmalı.Bu tarz bir kare yakaladıysanız kendinizle gurur duyun,övünün hatta böbürlenin.

Martı fotolarını çektikten sonra İstanbul'un eski semtlerinden birisine gitmemiz gerekiyor.Bu semtler konusundaki tavsiyemiz Balat,Samatya,Tarlabaşı. Bu semtlere gidip eski cumbalı Rum evleri ile Dede fotoğrafı çekeceğiz.Cumbalı ev konusunda sizi serbest bırakıyorum ama Dede'ler konusunda sesime kulak verin.Her dede olmaz. Dedemizin marangoz,balıkçı,kunduracı gibi bir meslek grubuna dahil olması lazım. Mesleğini icra eden dedemizi bu anda fotoğraflıyoruz, ama buradaki duyguda önemli.Dede, ya yılların yükünü omzunda taşımanın verdiği acıyı fotoğrafta belli etmeli ya da yaşamın zorluklarına inat yüzünde ufak bir tebessüm olmalı.Thats the point.

Son tema olarak boyacı veya sokak çocuğu fotoğrafına ihtiyacımız var. Bu fotoğrafları karelemeden önce yanınızda bir miktar bozuk para bulundurun ki işiniz kolaylaşsın, hem de garibanlar üç beş bir şeyler kazansın.(Düşündüm de bu çakallar sizin vereceğiniz para ile bali tiner gibi uçucu maddeler alacak,para vermesenizde fotolarını çekmeniz zor!N'apsak ki?Neyse siz yine de verin bozuk paraları,yapcak bir şey yok).

Çektiniz mi fotoları?Süperr.Şimdi üye olduğunuz sosyal ağlara girip "Objektifimden Yansıyanlar","Objektifime Takılanlar","Adınız's Wonderland" gibi hafif gizemli isimlerden oluşan bir albüm oluşturup bu fotoları ekliyorsunuz.Zaten birinci derste öğrettiğimiz sade kahve öğretisinide kaptınız, fotoğrafçı kimliğinizi bu felsefik tavrınızı birleştirdiğizde Mr/Mrs Cool olma yolunda yarı yolu geçtiniz demektir.

Yürüyünnnnn beeee, kim tutar sizi.

3 Mart 2011 Perşembe

Piknik'e Bakış Açısı



Başlamadan önce önemli not: Görsellerin benimle uzakan yakından,kıyıdan köşeden hiç bir alakası yoktur. Tamamen Google'a piknik,picnic,mangal,bbq falan gibi abuk sabuk kelimeler yazılarak yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan görsellerdir.
Paylaştığım bu görsellerdeki piknik kesitlerinden, Türk milleti olarak pikniğe bakış açımızı ve Avrupalıların bakış açılarını analiz etmeye çalışacağım.

Şimdi farkına vardım ki son zamanlarda çok bilimsel,sosyo kültürel incelemerde falan bulunmaya başladım.N'oluyor lan bana!

Soldaki resim Fransız ekolünden bir piknik anlayışını içermektedir, genelde bu tarz sahnelere filmlerde de rastlarız.Bir bay bir bayan (genelde bu ikili sevgili olur) ellerine hasır mı denir artık tam olarak bilmiyorum o otantik sepeti alırlar, içerisine bir adet şarap,iki tane sandviç belki 2 tane turta alıp pöti kareli kilimlerini(Aslında onun adı kilim değilde,orjinal adı aklıma gelmedi) bir adet kocaman ağacın altına serip mutlu mesut,sakin ve huzur içerisinde zamanlarını geçirebilirler.Genelde de ulaşım aracı olarak önünde sepeti olan garip bir bisiklet seçerler.Huzurludur,sakindir bu tarz piknik.

Bir de şimdi Türk usulü pikniğe gelelim.Alaaaaaaah nerde kardeşim bizde öyle iki kişiye pikniğe gitmek. Sen geçende kız arkadaşımla pikniğe gittim desene hadi yiyorsa!Götüyle güler millet iki kişi pikniğe mi gidilir diye.Bir kere piknik demek bizde kalabalık demektir hem de öyle bir kalabalık ki düğün,dernek havasında.Sonra öyle iki dilim ekmeğin arasına sıkıştırılmış bir takım mamüllerle oluşturulan sandviçle pikniğe mi gidilir miş?Vallaha toplumdan dışlanırsınız.Pikniğe giderken adam başı en az yarın kilo tavuk,kırmızı et mevsimine göre balıktan oluşan menü "MANGAL" da pişirilerek servis edilir.Bunun yanına salata gibi diğer yan yiyeceklerin çeşidi tamamen sizin hayal gücünüz ile sınırlıdır.Sonra bizim pikniklerimizde "Top" faktörüde vazgeçilmezdir.Aynı topla erkekler futbol oynar sonraki vardiyada ise halalar teyzeler Voleybol benzeri bir oyun oynama gayreti içerisine girer.İçecek olarak ise Fransız pikniğindeki şarabın teklifi ve kabulu asla mümkün değildir.İçecek tercihi alkollü ise Bira veya rakıdan yana kullanılır,alkolsüz içecek ise 2,5 litrelik kola ve fanta kombinasyonudur.Hee bir de Fransız hani pikniğe bisikletle gidiyordu ya,biz bisikleti arabanın arkasına takar,piknikte biner, sonra yine arabanın arkasına takıp eve götürürüz.

Sanırım genel olarak Dünya'ya bakış açımızda bu paralelde ilerlemekte ecnebi kardeşlerimiz ile.

Sonuç olarak;

Ne mutlu Türk'üm diyene...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Adım Adım Nasıl Karizmatik Olunur?Step 1;Sade Kahve.

Blogumun başlığından da anlaşılacağı üzere,an itibari ile sizinle adım adım karizmanın zirvesine giden yol haritasını paylaşacağım.Bütün dikkatinizi buraya verin,karlı çıkın :)

Bazı basit durumlar vardır ki insanların etrafına karşı farklı izlenimler yaratmasını sağlar,küçük bir ayrıntıdan gizemli insan izlenimi verirsiniz etrafınıza.Uzun yıllar süren İsviçreli bilim adamları ile ortaklaşa yürüttüğüm bilimsel araştırmalarım sonucu ulaştığım bu verileri adım adım açıklayacağım.

Sade Kahve,

Kahve deyip geçmeyin sakın,günümüz sosyal ortamlarında inanılmaz büyük bir yere sahiptir bu bitkisel ürün.Hatta öyle bir üründür ki, kişinin içtiği kahveden %20 hata payı ile kişilik analizi bile yapabilirsiniz.
Şöyle ki;Üç farklı tarzda kahve seven insan modeli vereceğim ve bu insanların karakterlerini içtiği kahvelerden analiz edeceğiz.

Düşünün ki yeni tanıştığınız bir insanla kahve içiyorsunuz ve insancığımız kahvesini hazırlarken kahveden daha çok coffee mate ilave ediyor ve bir bu kadarda şeker katıyor kahvesine.Şimdi bu insan hakkında ne düşünürsünüz?Şahsen bence cıvık,hala çocukça düşünen,hayatta çok fazla bir başarı gösterememiş beş para etmez bir insan modelidir diye düşünürüm.O ne arkadaş,kahve mi içiyorsun şerbet mi?O içtiğin şeyde kahve tadı yok bir kere!Sen hayatı da kahve içiş tarzın gibi algıladıysan işin zor vallahi.

İkinci model insancığımız ise kahvesini hazırlarken yine bir karışım hazırlaması söz konusudur. Yani hala sek kahve içme yetisine sahip olamamıştır.Fakat karışım oranı nispeten daha karakterlidir.Kahvesinden daha az miktarda mate ekler, genellikle de bir adet şeker ilavesi ile karışımını tamamlar. Bu tarz kahve içen kişilik hakkındaki şahsi görüşüm ise; Hayata daha dengeli bakan bir insandır,uçlarda yaşamayı pek sevmez daha merkeziyetçidir,sorumluluklarını o iğrenç sütlü şekerli kahve içen insandan çok daha fazla bilir.Ortalamanın üstüdür yani,kabul edilebilir.

Gelelim Aslan parçasına.İşte olay budur,bu yüce insan Nirvana'ya ulaşmış,karizmanın doruklarında gezmektedir.Kahvesini şöyle hazırlar;Bir kaşık dolusu kahve ve sıcak su."Thats it!"Etrafında yarattığı izlenim "Vay a.q. adama bak lan harbiden severek sade kahve içiyor" şeklindedir.Kahve içilen her ortamda diğerlerinden hep bir adım önde olacaktır,çünkü kahvenin felsefesini anlamıştır.O tadı yaşamak ister,etken maddelere asla geçit vermeyecektir.Doğal olarak hayata bakışı da böyledir,karizmadır yani.

İlerleyen günlerde diğer analizler ile karşınızda olacağız.
Kendim ve ekibim adına teşekkürlerimizi sunar; Mutluluk, sağlık, bol kazançlı ve Sade kahve içen insanlarla dolu bir ömür dilerim.

Esenlikle Kalın.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Muhteşem Yüzyıl

Ben biraz geç kaldım aslında bu polemiğe dahil olmaya,ancak şimdi gündemimizi meşgul eden en populer konulardan birisi olan "Muhteşem Yüzyıl" hakkında ki görüşlerimi belirteceğim,sıkı tutunun :)
Önce muhteşem yüzyıl olarak tabir edilen Osmanlı İmparatorluğunun 16.yy hakkı ve Sultan Süleyman hakkında ki görüşlerimi aktarayım.Muhteşem olarak bilinen Sultan Süleyman bir Osmanlı hayranı ve tarih meraklısı olan şahsıma oldum olası sevimsiz gelen bir padişah olmuştur.Ben ki Vahdettin Han'ı dahi sahiplenen hain olmadığını savunan, istiklal mücadelesine büyük emekler vermiş birisi olarak düşünürken Sultan Süleyman'a hep soru işaretleri ile yaklaştım.
Sultan Süleyman'a karşı bu kadar önyargılı olmamın sebeplerini kısaca aktarmam gerekirse sonuçlardan başlamak isterim.Öncelikle Sultan Süleyman Osmanlı tarihinin en şanslı padişahıdır bana göre.Mısır'ı fetheden babası Yavuz Sultan Selim Han'dan Osmanlı hazinesini taşıracak derecede büyük bir mirasın üstüne gelmiştir hatta bu büyük mirasa tek erkek çocuk olması nedeni ile hiç taht kavgası yaşamadan oturmuştur.Yani tam anlamı ile Armut piş ağzıma düş olmuş,düşeşe denk gelmiştir.
Bu sebeplerden dolayı çok şanslıdır.Padişahlık dönemine baktığımızda da topraklarına toprak katmıştır Devletin.Belgrad,Rodos,Bağdat ve Macaristan gibi farklı kıtalardan topraklar fethetmiştir.Başarıdır,saygı duyarız.Ancak bir de Almanya seferi vardır ki diğer fetihleri hakkında da sorgulamaya yapma gereği hissettirir bende.Kanuni tahttayken falanlı filanlı konuşup denyoluk yapan Alman imparatoru Şarlken'e ağzını payını vermek için derhal orduyu toplar ve Almanya'ya sefere çıkar.Almanya içlerine kadar gider Kanuni Şarlken'i deyim yerindeyse mekanında tokatlamak için.Fakat Kanuni'nin geleceği haberini alan Şarlken'in götü 3,5 attığından cesaret edip çıkamaz Kanuni'nin karşısına.Peki Kanuni ne yapar bunun üstüne,tası tarağı toplayıp İstanbul'a geri döner.Şimdi ilk bakışta ne kadar gurur verici bir olay değil mi?Kanuni "Höt" diyince Avrupa "Göt" diyor,fakat ben olaya farklı bir açıdan bakıyorum.E be birader bu ordu su ile mi çalışıyor.Onbinlerce kişilik ordunun Taa Almanya'ya gidip gelmesi kaça mal oluyor?Bir de oraya kadar gidip şeklini koyup geri geliyorsun.
İşte bu sebeplerden dolayı yarına çok fazla önem vermeyen bir padişah izlenimi bırakmıştır kanuni hep bende.Bir de Şehzade Mustafa olayı beni kendisinden soğutmuştur.Halk ve Askerler tarafından çok sevilen ve geleceğin Sultan'ı olarak görülen Şehzade Mustafa'yı gözleri önünde boğdurtmasıdır.Hatta bir rivayete göre Şehzade Mustafa olacakları bildiği halde babasına karşı gelmemek için savaş hazırlıkları sebebi ile Konya'da bulunan otağa kendi rızası ile gitmiştir.Şehzade Mustafa'nın ölümünden sonrada oğulları arasında en beceriksiz olan 2.Selim(Sarı) tahta geçmiştir.Başka bir deyişle 1566-1574 arası yani tam 8 sene Osmanlı topraklarını Ukrayna'lı bir papazın torunu idare etmiştir.

Gelelim "Muhteşem Yüzyıl" isimli diziye.Ben diziyi tarihsel anlamda eleştirmeyeceğim eleştiremem de.Çünkü dizinin kısıtlı tarihi veriler dışında Kurgu olduğu bağıra bağıra söyleniyor, daha neyi tartışalım.Tabi ki yapımcı kurgularken izlenme payını yükseltecek şekilde kurgulayacak.Benim dizi de eleştireceğim nokta daha farklı.Hala 4 duvar arasında dizi çekiliyor.Kanuninin bir tane savaşı canlandırılamıyor,yapımcılık yine vasatın altında.Hal böyle oluncada "Muhteşem Yüzyıl" dizisi vasat bir projeye dönüşüyor.