29 Aralık 2015 Salı

Şimdi Bir Çılgınlık Yapıp Ara Güler'i Eleştireceğim


Biraz fotoğrafa merak duyan birisiyseniz "Türkiye'de Fotoğraf" denilince aklınıza şüphesiz ki ilk Ara Güler gelir. Bu ülke sınırları içerisinde bir eylem ile isminin eşlenik hale gelmesinin de en çok yakıştığı insanlardandır Ara Usta.

Ara Güler ustadır, fotoğraf ustası. Kendisindeki fotoğraf arşivi Türkiye'nin belki de Dünya'nın sayılı fotoğraf arşivlerindendir. Kimleri çekmemiştir ki Ara Usta; Winston Churchill'den tutun da Arnold Toynbee'ye kadar, Bertrand Russel'dan tutun da aynı zamanda arkadaşları olan  Picasso ve Salvador Dali'ye kadar. Bakın Dali ve Picasso için arkadaşı diyorum, Ara Güler'in özgünlüğü ve sanatçılığını daha da fazla detaylandırmanın gereği yoktur sanırım  ?

Ara Güler'i hep muhalif, huysuz ve aksi ihtiyar olarak bildik. Sözünü kimseden sakınmadı usta, yeri geldiğinde lafı hep gediğine oturttu hem de zaman zaman ağır sinkaflı sözlerle lafı gediğe oturtmaktan öteye gidip, resmen hitap ettiği kişinin götüne soktu.

Ancak en son yaptığı eylem olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın fotoğraflarını çekene kadar ! Şimdi şöyle ki, bu eylemin bu kadar ses getirmesi bile Ara Güler'in ne kadar büyük bir usta olduğunun göstergesidir, ancak ben ustanın bu eylemi yapmasını kabul edemeyenlerdenim.

Ara Güler bir Ermeni olarak bu ülkede herkesin saygı duyduğu bir karakter olması sebebi ile büyük işler yapmışlığından şüphe duyulmaz. Çünkü bu ülkenin dindar, muhafazakar ve milliyetçi yapısı kolay kolay izin vermez bir Ermeni'nin, bir Kürd'ün, bir Yahudi'nin yaptığı işler sebebi ile ülkede kahraman ilan edilmesine, ama usta bunu başaran ender insanlardan olmuştur.

Lakin ülkenin ateş çemberine döndüğü bir konjönktürde, ülkenin bu ateşin içine düşmesinde başrolü oynayıp, kişisel çıkarları uğruna ateşin göz göre göre körüklenmesini içten içe destekleyen başrol oyuncusunun fotoğraflarını çekmek eylemi, kusura bakma ama Ara Usta bu kişinin cumhurbaşkanı olması senin de Ara Güler olman sebebiyle meşrulaştırılamaz.

Herkes politize olmak zorunda değil. "Ben sanatçıyım kardeşim, işimi yaparım çok da sikimde değil ne düşündüğünüz" dersen (ki öyle diyorsun anladığımız kadarıyla) Kusura bakma ama büyük usta o zaman sen de etnik kökenin olan Ermeni ismini bile ağzına alırken "afedersiniz Ermeni" diye hitap eden bir karakteri, sadece cumhurbaşkanı olduğundan dolayı fotoğrafını çekmek için can atan, fikirlere değil makamlara değer veren toplumsal gerçeklerden uzak bir fotoğrafçı olarak anılırsın.

Evet arkadaşlar Ara Güler'i eleştirdim, farkındayım !


Bu fotoğraf da burada dursun ki meslekleri sebebiyle değil, düşünceleri ve toplum için verdikleri mücadeleler sebebiyle insanları yüceltmemiz gerektiğini unutmayalım.



2 Aralık 2015 Çarşamba

Goncaları bugün vakit varken koparsak mı? Yoksa dalında mı bıraksak?



Hâlbuki baya da kitap okuyorum sayılır ama yazı yazmak istediğimde giriş paragrafında hep zorlanıyorum. İkinci, üçüncü paragraftan sonra falan baya açılıyorum gerçi ama bence önemli olan bir yazının giriş paragrafıdır. “Bir yazının giriş paragrafının önemli olduğu” konusundaki fikrim de hiçbir araştırmaya dayanmadan sadece kişisel görüşlerimden faydalanarak yaptığım bir genellemeyi içerir. Mesela bir kitap okuyacağım, ilk 20-30 sayfada beni içine çekemezse sikseler okumam o kitabı. Ya da bir film izleyeceğim, ilk sahnesi itibari ile bütün odağımı kendisine yoğunlaştırmalı, yoksa izleyemem arkadaş, izleyemiyorum. Zaten hayatımın geneli istemeden yaptığım sistemsel dayatmalarla doluyken bırakın da bari kitap film vs seçimimde bu özgürlüğümü kullanayım.

İlk paragrafa girme sorununu beynimin çok da fazla olmayan kıvrımlarındaki birtakım gereksiz sorunu açığa çıkararak aştığımı düşünürsek, ikinci paragrafa geçmiş olmanın verdiği rahatlama hissi ile bu paragrafı da bitirip üçüncü paragrafta asıl anlatmak istediğim konuyu başlatayım. Belki de farkında olmadan şu anda edebiyat dünyasında bir çığır açıyor siz de bu yazıyı okurken bir tarihe tanıklık ediyor olabilirsiniz. Zaten bütün buluşlar, icatlar vb şeyler tesadüf sonucu ortaya çıkmamış mıdır? Tabi ki de tesadüf sonucu ortaya çıkmamıştır! O, emek gerektiren, çalışma gerektiren, azim gerektiren süreçlerin sonunda ortaya çıkan büyük olayları itibarsızlaştırma çabasındaki hamur kafalıların yorumudur. Dolayısı ile edebiyatta bir çığır falan açmam söz konusu değil, rahat olun.

Tespitlere adanmış bir hayatım yok, ama zaman zaman yaptığım tespitlerin şükelalığı karşısında kendimle gurur duyuyor, maraton bitişinde kurdeleye kollarını açarak ilk uzanan koşucu gururu yaşıyorum.

Ölü Ozanlar Derneği, nasıl anlatsam bu filmin bende yarattığı hissiyatı bilemiyorum. Sistemin kendisini korumak için koyduğu baskıcı kuralların, aslında sadece piramitin en tepesindeki azınlığın konfor alanlarını garanti altına almak için koyulduğunun farkına vararak, bu konfor alanında yer alan azınlık içerisinde yer alabilecekken; özgürlüğü, eşitliği, yaratıcılığı savunan bir insanın mücadelesinin muazzam şekilde perdeye aktarılmış hali desem hislerime bir miktar tercüman olabilir.

Güzel insan Robin Williams’ın canlandırdığı, filmi izleyen herkesin yüreğine ve beynine hitap eden mükemmel öğretmen John Keating filmin giriş sahnelerinde bir yerde “Carpe Diem” felsefesini “Kopar goncaları henüz vakit varken bugün, anlamazsın zaman kanatlanır uçar gider” dizeleri ile öğrencilerine aktarmaktaydı. Filmi dördüncü ya da beşinci izleyişimde fazlaca dikkatimi çeken bu replik sonucunda, üçüncü paragrafta bahsettiğim bana 90+4 de galibiyeti getiren golü atan defans oyuncusu sevinci yaşatan tespit geldi aklıma.

Robin Williams’ın hayran kitlesi kadar geniş olmasa da, başta bizim ülkemiz ve belki çevre ülkelerde de bir miktar hayran kitlesi sahibi olan Ferdi Tayfur Abi’mizin de Mr Keating’in dizelerine benzer bir şarkı sözü bulunmakta. Keating Hoca “Kopar goncaları henüz vakit varken bugün, anlamazsın zaman kanatlanır uçar gider” derken Ferdi Abi ise “Koparma gülleri dalında kalsın” diye konuya farklı bir noktadan yaklaşıyor. Keating Hoca “anı yaşa be kardeşim” derken Ferdi Abi ise “geleceğe odaklan” diyerek geçmişinde yaşadığı acıların gelecekte yaşanmaması için birtakım önlemler almaktadır. Belki de Ferdi Abi’nin anı yaşamaktan bu kadar korkmasının sebebi Adanalı gariban ve eğitimsiz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelip, türlü acılar ile olgunlaşmış olmasıdır. Birikim yapmak ister Ferdi Abi, saklamak ister değer verdiği şeyleri, sakladığı zaman içerisindeki değerini yitirecek olduğunu bilmeksizin yaşadığı coğrafya ve kültür sebebiyle kendisine sirayet eden korku duvarları sebebiyle. Keating Hoca’nın geçmişini bilemiyoruz, ama güncel hayatında saklamayla, nesnelere değer yüklemekle işi olmadığı aşikâr. O an yapmak mı istiyor, yapar hocamız kimseye hesap vermek istemeden. Cesurdur mevcut sistemin kendisine karşı koymuş olduğu dayatmalara karşı. Ferdi abi de duygusaldır Keating Hoca da. Ama Ferdi Abi’nin duygusallığı arabesk kültürünün özelliklerini barındıran belirli bir nesne ya da insana karşı duygusalken, Keating Hoca’nın duygusallığı dünyanın geneline, insanlığa karşı bir duygusallıktır.

Güllere farklı bakan iki güzel insandır Keating Hoca ile Ferdi Abi.

Ancak bireylerin fikirlerini olgunlaştıran doğdukları ve büyüdükleri coğrafya ile aldıkları eğitim vs gibi dış koşullardan bağımsız düşündüğümüzde, dünyayı bir yandan çiçek dikerken bir yandan da koparmak istediği zaman goncaları koparan Keating Hoca’lar değiştirse sanki çok daha yaşanası bir yer olmaz mı oh captain my captain ?

3 Kasım 2015 Salı

1 Kasım 2015 Seçimlerinde Seçmenin Verdiği Mesaj

Her seçim sonrasında gazeteciler, televizyoncular, siyaset uzmanlar vs gibi ekranlarda sık sık gördüğümüz ama aslında pek bir boka yaramayan abiler ablalar tarafından bir süre gündemi işgal eden konu “seçmenin siyasilere verdiği mesaj” olarak karşımıza çıkıyor.

Her yorumcunun seçmenin verdiği mesaj ile ilgili büyük resimde birbiriyle paralel, detaya inince küçük yorum farklılıkları bulunduran gözlemleri var.

“Seçmen artan şiddet olaylarına tepki gösterdi”, “seçmen milliyetçi söylemlere dur dedi”, “seçmen ekonomik istikrarı seçti”, “seçmen büyümeye devam dedi” en sık karşılaştığımız yorumlar olarak bu derin analiz yeteneği olan harika insanlar tarafından bizlere sunulan örnekler.

7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 olmak üzere beş ay ara ile iki genel seçim yaşadık ve bu iki seçimde de oy kullanan seçmenler üç aşağı beş yukarı aynı kişilerdi. 7 Haziran seçimleri sonunda seçmenin verdiği mesaj hakkındaki genel kanı “seçmen tek başına iktidara dur dedi, koalisyon hükümetini istedi” olduğu yönündeydi. Aradan beş ay geçti, beş ay önce “biz tek başına iktidardan sıkıldık, koalisyon hükümeti istiyoruz” mesajı verdiği düşünülen seçmen beş ay sonra “yaa biz vazgeçtik koalisyon hükümetinden, tek parti iktidarı istiyoruz artık” mesajı verdiği hakkında ortak karara varıldı.

Bu beş aylık sürede ne oldu da seçmenin fikri değişti ?

Yüzlerce insan askeri üniforma ile kimin için olduğu belli olmayan bir savaşta öldü, keza yüzlercesi de üniformasız!

Suruç’ta, tek amaçları global devlet terörünün yerle bir ettiği Kobane’nin yeniden inşasına destek olmak, orada yaşayan çocukların yüzlerinde bir tebessüm oluşturmak olan 27 insan katledildi, 100e yakın kişi yaralandı.

Faşist 80 darbesinin ezilenleri daha da ezerek, gücü tek elde toplama amacıyla yarattığı %10 seçim barajı ucubesini her türlü engele rağmen yerle bir edip meclise 80 vekil gönderen bu ülkenin yasal bir partisinin mitinginde 2 adet bomba patladı. 2 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı.

Ankara’da, bu ülkenin başkentinin en merkezi yerlerinden birisinde Barış, Özgürlük ve Adalet için bir araya gelen “iyi” insanların tam ortasında bomba patladı. 95 kişi hayatını kaybettiği, 246 kişi yaralandığı, Türkiye tarihinin en kanlı eylemi gerçekleşti! Bu olaylarda bahsettiğim yaralanmalar burun kanaması, parmak kırılması yaralanmaları değil. Kol – bacak kopması yaralanmaları!

7 Haziran seçimlerinde tek parti iktidarına yetecek oyun alınamaması neticesinde koalisyon kurulmaması nedeniyle anlamsız şekilde gidilen 1 Kasım seçimleri arasında geçen beş ayda kana ve acıya bürünen ülkede tek parti iktidarına giden bir seçimin sonucunu “seçmen istikrarı seçti” diye yorumlamak, yandaş yavşaklığından başka bir şey değildir.

Ben size söyleyeyim mi seçmenin seçim sonucunda nasıl bir mesaj verdiğini?

Bir kere mesaj verebilmek için mesaj verebilecek kapasiteye sahip olmak lazım, dolayısı ile seçmen mesaj falan vermedi, seçmen içindeki kötülüğü kustu! Seçmen dedi ki; Ben gücü acı çektirmek olarak görürüm, ve güçlünün yani acı çektirenin yanında olmak isterim. Nasıl ki zamanında Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta gözünü kan bürümüş nefretten beslenen iktidar ile beraber olup; düşünen, sorgulayan, eleştiren iyi insanları katlettiysem. Nasıl ki 6-7 eylül olaylarında bir araya gelip Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin evini yağmalayıp, canlarını aldıysam değişmedim, yine yaparım, yapanın da yanında olurum !

Toplumumuzun sorunu cahil olmak falan değil, toplumumuzun sorunu kötü olmak. Seçimde bir mesaj verdiyse de verdiği bu mesaj kötünün ve kötülüğün yanında olmasıdır.


Hala bu ülkeden umudu olan varsa da, onun içindeki umut ışığını sikeyim !

3 Eylül 2015 Perşembe

Süper Loto Sana Çıksa N'aparsın Lan ?


Şans oyunları, yoksulken zengin olan insanların başarı hikâyeleri; “Sen de zengin olabilirsin !” algısının her daim insanlara empoze ediliyor olmasının araçları olarak, insanların neden bu sistemin içinde kalmak istediğini gösteren en renkli cilve örnekleridir. Hele ki Milli Piyango Yılbaşı çekilişi öncesi istisnasız her kanalın haber saatinin temel ögesini Nimet Abla’nın önündeki kuyrukların işgal etmesi ya da belli bir süre devir eden Süper Loto, Sayısal Loto gibi oyunların ardından bunun o zaman dilimindeki ülke gündeminin temelini oluşturması, gerçekleşme ihtimali rakamlarla belirtemeyeceğim kadar az olan bu olasılıkların hayalini yaşatarak, gerçek dünyadan uzaklaşmamızı sağlayıp bu kokuşmuş sistemin etrafımıza ördüğü, dokunsak kırılacak olan camdan duvarları kıramamamızı ama cesaretimizin kırılmasını sağlıyor.

Neyse, asıl bahsetmek istediğim konuma döneyim. Bilmem kaç haftadır devreden ve etrafımda sürekli “Ulan süper loto sana çıksa n’aparsın ? 15 Milyon olm !” geyiklerine daha fazla tepkisiz kalamadım ve bu hafta süper loto oynama kararı alıp, “Bana çıkarsan n’aparım acaba amk?” düşünceleri ile kendimi kapitalist sistemin girdabına bırakıverdim. Artık o eski masum Mert yok !

Şimdi bu hafta 15 Milyon TL civarında bir ikramiye vermesi tahmin edilen Süper Loto’nun bana çıkması durumunda, hayatımın seyrini nasıl değiştireceğim konusundaki genel çerçeveyi çizeceğim. Bu yazıyı okuyup psikolog ya da bu tarz işlerden anlayan birisi var ise karakterim hakkında analiz yapabilir.

Cuma sabah şirkete geliyorum, kahvaltıyı falan yaptıktan sonra “Aaa dur amk şu süper lotoya bir bakayım yaa, n’oldu acaba?” uyarısı ile milli piyango idaresinin web sayfasına giriyorum. Süper Loto sonuçları ekranını açtığımda gözüme ilk çarpan şey – 6 Bilen 1 Kişi, Kadıköy/İstanbul, 15.428.398 TL ikramiye! – 6 bilen bir kişinin Kadıköy’den çıkması ile ulusal platformda gerçekleşen bu mücadelede rakiplerimin çok büyük bir kısmını elemenin verdiği mutluluk ile heyecanım da o oranda artıyor!  Sıra geliyor rakamlara bakmaya,  işte tahmin edebileceğiniz adrenalin yüklü 17-18 saniyelik kontrolün ardından o 6 bilen “bir” – “1” kişinin ben olduğumu anlıyorum !’!^/!+&!)%&!^)%&

“Hassiktirrr, çıktı lan, bana çıktı” derim içimden ama kesinlikle soğukkanlılığımdan da taviz vermem. Öyle köylü gibi hemen istifayı basıp gitmek falan çok saçma olur. Hiç çaktırmadan 1 ay falan daha çalışmaya devam ederim ama tahmin edileceği üzere dünya sikime minare götüme çalışırım, çok da keyifli olur. 1 ay sonra da basar istifayı uzarım.

Asıl stres yapacağım konu süper loto biletini nerede saklayacağım olur. Ulan nereye koysam acaba ? Ama galiba bu gibi durumlarda notere falan gidip resmi bir onayla götü garanti altına almak gerekiyor. Gerçi ben paranoyak insanım, notere gitsem; acaba bu yavşak noter bir mafyayla anlaşıp eşkâlimi verir mi ? falan diye düşünürüm. Ama başka da çözüm yok gibi, bu küçük riski göz ardı eder noterden bileti tastikletirim.

Bileti garanti altına aldıktan sonra da ilk iş 4-5 tane banka müdürü ile eş zamanlı toplantı organize ederim. “Kardeşim, bende 14 milyon TL var (1 milyonu ayırdım kenara fantezilerimi gerçekleştirebilmek için), ne veriyorsunuz bakayım siz bu kadar mevduata ?” diye pazarlığı başlatır, en yüksek teklifle gelen banka ile el sıkışırım. Sonra da oradaki artık şube müdürü mü gelir bölge müdürü mü hangisi gelirse Ankara’ya canlıları almaya gideriz.

Şimdi parayı da garanti altına aldığıma göre artık harekete geçebilirim, hee bu arada tabi halen daha mümkün olduğunca parayı bulduğumu saklıyorum çevremden. Uğraşamam kardeşim bu saatten sonra akbaba gibi üstüme çökecek fakir eş dost akrabayla ahahsdahf. Bu konuda da ciddili bir şey söyleyeyim de, gerçekten ihtiyaç sahibi olduğunu düşündüğüm insanlara zaten yapacağım ben güzelliğimi, o konuda sıkıntı yok ama mevzu o değil. Sonuçta ne demişler; iyilik yap denize at. Gerçi acıma yetime döner koyar götüne de demişler. Atasözleri çok saçma valla, kendi içlerinde hep bir çelişki içerisindeler, atasözüne güvenip karar alınmaz, ben kendi bildiğimi yapayım en iyisi.

Kişisel olarak süper karmaşık düşünceleri olan ama son derece de basit yaşamanın gerekliliğinin insanca yaşamanın asıl öğelerinden birisi olduğunu düşündüğüm için bu para ile yapacağım şey de basit olur, köfteci açacağım işte  ahahsdhakf.

Şubat gibi falan giderim Bodrum’a. Bu kadar gidilecek yer seçeneği varken Bodrum niye? Diye sormayın, Bodrum benim için önemli bir yer, hayatımın merkezinin Bodrum olmasını her daim istemişimdir, işte para bana bunu sağlayacak mesela! Bodrum’da sezon öncesi merkezde bir dükkan arayışına girerim hemen köftecimi açabilmek için.

Kısaca dükkanın nasıl bir konsept olacağından da bahsedeyim. Köfteci dediysem stat önlerinde el arabasıyla köfte satılan köfteci demedim! Dükkanın adı PANPA KÖFTE, mottosunu henüz bulamadım ama yakında bulurum. Çok büyük bir mekan olmayacak, en fazla 30 kişilik bir mekan, o da en fazla. Çünkü bu mekanda amacım para kazanmak değil, kendi düşünce yapıma uygun insanlarla çalışıp, kendi düşünce yapıma uygun müşterilerle beraber vakit geçirebilmek, ticari anlamda beklentim de dükkanın kendi kendini çevirebiliyor olması. Menümüzdeki ana yemek, formülü gizli olan köftemiz olacak. Bunun yanında da menüyü çok fazla kalabalıklaştırmadan meze ağırlıklı genişleteceğiz, bir tane de klasikleştireceğimiz tatlı ekleyince menü tam anlamıyla oluşur. İçki menüsüne gelince de bilimum soft içkilerin yanı sıra çok geniş olmayan kaliteli bir alkol menüsü olacak. Çeşitli biraların yanı sıra rakı olarak da yelpazeyi mümkün olduğunca geniş tutacağız. Bunun yanında da kokteyl servisi de olacak. Hem yemek yenebilecek bir mekan hem de geniş bahçesinde kokteyllerinizi yudumlarken chill out da takılabileceğiniz bir yer olacak. Rakı içenle mojito içeni aynı çatı altında buluşturmak amaç.

Bir önceki paragrafta cümlelerimi kurarken hep çoğul kelimeler kullandım, çünkü dükkanı beraber işleteceğim çalışma arkadaşlarımla kararları ortak alacağız. Kısaca oluşturmayı arzu ettiğim atmosfere değineyim biraz; Yönetsel anlamda dikey değil yatay bir hiyerarşi olacak, ifade özgürlüğü hem müşteriler için hem çalışanlar için son derece serbest olacak. Burada bahsettiğim ifade özgürlüğü hem servisin ve yemeklerin kalitesi anlamında; Yani müşteri bana “Bu ne kardeşim, berbat olmuş bu köfte” diyebilir ben de ona “siktir git lan o zaman” diyebilirim. hem de siyasi anlamda ifadelerin yüksek sesle çıkabileceği bir ortam olacak. Ekibe gelirsem 4 kişilik bir mutfak ekibi yeterli olur diye düşünüyorum. Gerçek anlamda bir şef ve yanında 3 tane bu mesleğe yeni başlamış, ama sistemin kahpece düzeninin içerisindeki işletmelerde çalıştıkları için hem istekleri hem de yaşam enerjileri sömürülmüş genç arkadaşlar olacak. Amaç bu genç arkadaşların sevdikleri işi kendilerinden bir şeyler katarak yapmalarını sağlarken, olabilecek en iyi ücretle çalışmalarını mümkün kılmak. Servis ekibi için de 5 kişi yeterli olur diye düşündüm. Bu ekip de yine çevremdeki yakınlarım ve bir takım genç arkadaşlardan oluşacak. Amacım herkesin işini severek yapmasını sağlamak, zaten bu ortamı sağladığım vakit işlem tamamdır.

Şimdi sakın bana “Eeee, ev ? araba ? arsa ? falan hani nerde, almayacak mısın ?” diye saçma sapan sorular sormayın, mülkiyet kavramından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum ben. Yani tamam illaki oturacağım evi alırım, tamam orta halli de bir araba alırım, bu kadar sahip olacağım mal mülk.

Sezonu dükkanın açılması sistemin oturması vs gibi işlerle geçirdikten sonra seneye Kasım gibi kendime bir tekne bakmaya başlarım. Tekne deyince hemen lüks bir motor yat algısı oluşmasın. 9 – 10 metre güzel bir yelkenli alırım. Kışı teknenin bakımı falan ile uğraşarak geçiririm, sonra teknem ve ben hazır olduğumuz vakit dünya turuma çıkarım, tek başıma çıkmam yanıma benden daha iyi denizcilik bilgisine sahip bir arkadaşımı alırım, bir iki aday var kafamda. Arrivederci, Mert 2 sene yok !

Şimdi de “Eeee dükkan n’olcak ?” falan diye sakın sormayın, dükkan işini severek yapan iyi insanlar tarafından gül gibi idare edilecek zaten, orası ticarethane değil, başka bir yer !

Bak şimdi aklıma geldi dükkanın adını acaba Panpa Köfte yerine  “Mert’in Ora” mı yapsam, nasıl olsa insanlar bir süre sonra nereye gidiyorsun sorularına “Mert’in oraya” diye cevap verecek, ama o zaman da çok mu narsistce olur ? Bilemedim ya, ona çalışma arkadaşlarımla bir karar veririm artık.

Ben şu anda dünya seyahatimin Pasifik geçişinde, Panama – Tahiti arasındayım. 9 ay sonra falan dönerim diye düşünüyorum ama belli de olmaz, kafama eser aynı yolu geriden tekrar katedebilirim. Nasıl olsa dünya yuvarlak, sıkıntı olacağını sanmıyorum.






21 Ağustos 2015 Cuma

Vapur

Dünya üzerindeki hangi popüler şehri düşünürseniz düşünün, o şehrin sahip olduğu sembol olmuş birkaç objesi mutlaka vardır.

Örneğin Paris’i düşünün hemen aklınıza eyfel kulesi gelir, ya da New York’u düşünün Özgürlük Anıtı gözlerinizin önünde canlanır, Venedik? Gondollar geçmeye başladı önünüzden değil mi? Peki ya Londra? Thames Nehri üstünde kurulu Big Ben, London Bridge, London Eye falan hiç gitmemiş olsanız bile zihninizde parıldar.

Şimdi gelelim İstanbul’a. Nedir acaba İstanbul’un sembolü? Boğaz mı? Sultanahmet mi? Taksim Meydanı mı? Aslına bakarsanız hepsi. Ama bence bunlarla birlikte İstanbul’u diğer şehirlerden en ayırt edici kılan özelliği olması sebebiyle sokak hayvanları ve vapurlar derim.

Şimdi de vapurlara gelelim. Küçük bir botdan devasa gemilere kadar denizde çalışan bütün araçların ruhu olduğunu düşünürüm, aslında düşünmem çünkü bundan son derece eminim. Denizde bir araç ile seyir ediyorsanız o araca inanmanız gerekir, o aracın dilinden anlamanız gerekir ve o aracı sevmeniz gerekir. Çünkü deniz paranın en az işe yaradığı yerdir! Araban bozulunca çekersin kenara ararsın ustayı ya da çekiciyi gelir çözer sorununu. Ama denizde kayığının dilinden anlamıyorsan paran ile sorununu çözene kadar saygısızca çıktığın deniz seni ağır şekilde cezalandırır!


İşte bizden çaldıkları güzelim vapurlar

Deniz ve deniz araçları ile ilgili kısa girizgâhımı yaptığıma göre asıl bahsetmek istediğim konuya gelebilirim, vapurlar!

Her deniz aracının ruhu vardır dedim ya,  vapurların çok daha ince bir ruhu vardır. Yıllardır Kadıköy – Beşiktaş arası bir kısmı daimi yolcuları olmak üzere yüzbinlerce insanı taşımış bu araçların nasıl ruhu olmadığını düşünülebilir ki. Ki bu ruhun en güzel temsilcisi İstanbul’un diğer bir sembolü olan simitleri pike yaparak kapma mücadelesi yaşayan bir başka sembol martılar değil midir?

Ama bu ruhu da bizden çalıyorlar! Kimler mi çalıyor? Kendi uydurdukları ve kutsallaştırdıkları değerleri toplumsal değer olarak bütün ülkeye dayatan, yandaşları her türlü suçtan muaf tutan, muhalifleri ise düşman ilan ederek her türlü acıyı müstahak gören, insanlık erdeminden en ufak bir zerre nasibini almamış yavşaklar!

 İşte bu da hamur kafalıların harika ! yeni vapuru

                                                                       

Sistemin en güzel işleme aracı olan, ihtiyacınız olmadığı şeyleri size ihtiyacınız varmış gibi sunma silahını kullanarak çalıyorlar vapurları elimizden. Bu şehrin en güzel özelliklerinden birisi olan sokak kültürünün yansıması vapurlarımızı alıyorlar, hepimizi kontrol altına alma amacıyla dayattıkları AVM mantığında çalışan dört tarafı kapalı iğrenç yeni vapurları bize dayatıyorlar.

Alın yapın işte kıyasınızı !



Çünkü bunu yapan adamlar dört tarafı kapalı ve klimalı vapuru, püfür püfür deniz havasını içinize çektiğiniz vapura tercih ediyorlar. Çünkü bunu yapan adamlar hayatlarında hiç vapurun dümen suyundaki köpüklere bakarak, boğazın yüzünü ıslatan damlacıkları ile irkilirken sigarasının dumanına dertlerini bağlayıp üflememiş kız kulesine doğru. Çünkü bu adamlar güvertede gazete kâğıdına sarılı kutudan bira yudumlamamış vapurda, bunu yapanlara da sistem düşmanı olarak bakmışlar, bilmiyorlar onun için birbirini hiç tanımadan birasını yudumlayan adamla çay içenin Kadıköy’den Beşiktaş’a yaptığı derin ve samimi sohbeti. Çünkü bu adamlar vapurda bakışlarından samimiyet fışkıran konservatuar öğrencilerinin konser kalitesinde yaptıkları harika müzikten rahatsız olmuşlar. Onlar bu etkileşime girmek yerine, yolsuz ihale ile vapurdaki ekranlardan reislerinin propagandasını yapan yandaş medya kanalını izlemek istemişler. Bisikletle vapura binip adalara gitmemiş hiç, bisikleti ile vapura binene de garipser gözlerle bakmışlar. Yani bu adamlar, hastalıklı beyinlerinin doğru kıldığından farklı davranını anlamaya çalışmamış, anlamak bir kenara yıllardır bastırılmış duygular ile içerisinde büyüttüğü nefret tohumlarının filizlenen silahlarını hiç çekinmeden bu kişilere doğrultmuş.



Ve yıllardır yaptıkları, milli irade saçmalığı altında uydurdukları toplumsal değerleri yükseltme yalanı ile karabasan gibi işgal ettikleri zihinlerimizin artık en derinine girip, kalan son gerçek değerlerimizi de yozlaştırmaktalar.

Hepimize geçmiş olsun.

14 Temmuz 2015 Salı

Organik Olmaz mı Ablacım, Yağmur Ormanlarında Yetişmiş Kadar Organik


Şehirlerde yaşayan insanların belirli dönemlerde götlerinden uydurdukları bir takım trendler çıkıyor. Ortalama 10 seneden bu yana da bir “Organik” sevdası aldı başını gidiyor.

Sinir – Stres katsayısı insan sağlığı için olması gereken üst limiti delip geçmiş, modern dünyanın dayatmaları sebebi ile duygusal olarak çökmüş ve örselenmiş, gelir – gider dengesi genellikle gider tarafına ağır basan bu sevimsiz şehir insanları marketten değil de İstanbul’a yakın köylerden birisinden aldığı yumurtayı yerken bir anlığına da olsa sikindirik hayatından uzaklaşıyor, dertten tasadan kurtuluyor ve “organik yumurta yiyorum, mutlu olmalıyım” dayatması ile hazzın doruklarına çıkıyor.

Son zamanlarda “yaaa adapazarında bir köy varmış doğal inek sütü var, biz ordan alıyoruz valla şekerim, çok güzel” ya da  “valla canım bizim bi arkadaş Bolu’nun bir köyünden organik yumurta getiriyor, inan başka yumurta yiyemez olduk” sözlerini sıklıkla duymaktayım, siz duymuyor musunuz? Yoksa siz de mi bu söylemleri dile getirenlerdensiniz?

Bakın şimdi sevgili organik meraklısı şehir insanları, büyük bir tezgahın içine düşmüşsünüz gördüğüm kadarıyla. Siz bu organik domatesi, ıspanağı, yumurtayı nereden alıyorsunuz ? köylüden, köylü bu tohumu nereden alıyor ? gidiyor ziraatçideki en ucuz ve dandik hibrit ürünlerden. Peki organik – doğal diye yine köylüden aldığınız sütün kaynağı inek neyle besleniyor ? merada doğal yöntemlerle otlanıyor mu sanıyorsunuz, mera mı kaldı lan memlekette! o inek de yine köylünün aldığı en adi ve kalitesiz ne idüğü belli olmayan yem ile besleniyor. Sonra sen bu ürünü köylüden alınca organik sanıyorsun. Ulan kolay mı organik tarım yapmak, bu işi ciddi ciddi yapan insanlar lisansıydı, ıvırıydı, zıvırıydı tonla uğraşa giriyorlar.

Yani diyeceğim o ki günün en az 8 saatini pencereleri bile açılmayan ofislerde geçiren, gri camlar sebebiyle güneş ışığından bile doğru dürüst yararlanamayan, stresi yaşamının temel yapı taşı yapmış, egzoz dumanını çam kokusu gibi içine çekerek yaşayan sen beyaz yaka! Siktir et organik sevdasını. Organik sandığın iki domates üç yumurta yemekle bir bok fayda elde edemezsin.

9 Haziran 2015 Salı

2015 Genel Seçimlerine Yönelik Muazzam Bir Siyasi Analiz Yaptım

“Türkiye siyasi tarihinin belki de en kritik seçimleri” mottosu ile girdiğimiz 2015 Genel Seçimleri birçok insanın (seçim sonucuna göre en azından Akp’ye oy vermeyen %60’ın ) istediği şekilde sonuçlandı. Baktığımızda meclise girmeyi başaran 4 partiden 3ü gerçekten sonuçtan memnunken AKP de memnunmuş gibi gözükmeye çalışıyor.

Şimdi seçim öncesi partilerin ne istediğine ve sonuçta ne elde ettiğine bakmak lazım.

Genel olarak milliyetçi kesimi saymaz isek HDP’nin barajı geçmesini bir çok insan istemekteydi, HDP kurmaylarına seçimden önce “size %10.1 oy verelim, kabul mü ?” desek güle oynaya kabul ederlerdi, nitekim HDP %13 oy ile harika bir sonuç ile mecliste 80 sandalyeyi kaptı. HDP’liler memnun mu ? Memnun da ne demek, çılgın atıyorlar. Cumhuriyet tarihinin belki de en ayakları yere basan siyasetini yapan Kürt siyasi hareketinin temsilcisi HDP’lilerin de bu fırsatı mantıksız politikalar ile harcamayacak kadar zeki ve siyaset bilen insanlar olduğunu düşünmekteyim.

MHP tarafından baktığımızda her seçim öncesi hep “tek başına iktidar” sloganını atsalarda aslında onlar da biliyor potansiyelini. 2011 seçimlerinde %13 oy oranıyla 53 milletvekili sahibi olan MHP’ye, 2015 seçimlerinde %16,30 oy oranı ve 80 milletvekili ile başarılı dersek yanılmış olmayız sanırım. MHP artan oy oranı ve milletvekili sayısından memnunken kendileri için can sıkıcı tek nokta herhangi bir koalisyon yapacak gruba dahil olamama sorunu. Bu açıdan baktığımızda MHP her türlü kombinasyonda koalisyon dışında kalmakta. MHP için can sıkan bir diğer durum olarak da her ne kadar sandalye sayısını artırmış olsa dahi karşıt kutupta olduğu HDP ile aynı sandalye sayısına sahip olmanın, psikolojik bir baskı oluşturacağını düşünüyorum.

Gelelim CHP’ye. Selahattin Demirtaş’ın sempatik ve ılımlı tavrı ile birlikte Kemal Kılıçdaroğlu da kuşkusuz bu seçim kampanyasının en sevimli liderlerindendi. Seçim öncesi her ne kadar başarı kriterini %35 olarak belirlemiş olsalar da geçmişten günümüze türkiyedeki sosyal demokrat oy dağılımına baktığımızda CHP için %30 ciddi bir başarıydı. Ancak bu seçimde de geçen seçimdeki gibi %25 oranında kalırken 3 vekil azalarak 132 vekil ile parlamentoda yerini alacak. Ancak Kılıçdaroğlu’na baktığımızda bunu bir başarısızlık olarak görmüyor, haklı mı ? Nispeten. HDP’li vekillerin de dediği gibi Chp’den HDP’ye kayan min %2,5’luk bir oy oranı bulunmakta ancak Kılııçdaroğlu’da hassas ve stratejik davranarak bunu hiç dile dahi getirmiyor. Kendisini takdir ediyor, sırf bu yüzden bile gözlerinden öpebiliyorum.

Gelelim AKP’ye ! 2011 seçimlerinde aldığı %50 oy oranından %40 küsürlere 9 puanlık bir düşüş yaşadı. Karadeniz ve İç Anadolu’da MHP’ye, Doğu’da ise HDP’ye kaptırdığı oylara baktığımızda da bu oranı yakalamaktayız. AKP’nin oylarındaki düşüşün nedenleri başlı başına bir tartışma konusu, bu sebeple ben sonuca odaklanacağım. Mecliste AKP dışında yer alan 3 parti de AKP’nin tek başına iktidar olamaması ve kendi oylarının yükselmesi sebebiyle bir zafer havasına bürünmüş gözükmekteler ama bence asıl burada tehlike çanları çalmaya başlamakta ! HDP kurmaylarının bahsettiği emanet oylar yalnızca CHP’nin emanet oyları değil, bu oylar içerisinde daha önce AKP’ye oy vermiş Kürt seçmenlerin emanet oyları da bulunmakta. Aynı şekilde AKP’nin geçen seçimde kaybettiği oylar içerisinde azımsanmayacak bir oranda da Karadeniz ve İç Anadolu’da MHP’ye kayan oylar var !

Şimdi gelelim koalisyon ihtimallerine. Doğal olarak ilk koalisyon kurma girişimlerine AKP başlayacak, AKP’nin koalisyon ihtimallerini diğer bütün liderlerin açık ve net şekilde söylediği “AKP ile koalisyon yapmayacağız” sözleri sebebi ile kısa kesiyorum, sonuç olarak AKP’nin koalisyon ihtimallerinde yeri yok. Heee eğer olur da CHP MHP HDP’den birisi AKP ile koalisyon konusunda uzlaşır ise karaktersizlik örneği sergilemek konusunda yeni bir çığır açar.

Bunun dışında ise karşımıza yalnızca tek bir seçenek kalıyor, CHP – MHP – HDP koalisyonu. Bu üçgene baktığımızda kesişim kümesi CHP (Yoksa CHP gerçekten Türkiye’nin birleştirici gücü mü acaba ?) Eğer 276 sayısı CHP’nin yanına MHP ya da HDP’yi alması ile sağlanabilecek olsaydı CHP öncelik MHP olmak koşulu ile halen içinde barındırdığı ulusalcı kesimi biraz küstürmek pahasına HDP ile de anlaşabilirdi. Ancak 276 vekili yakalamak, bu üç partinin bir araya gelmesi ile olacağı için iki farklı kutup olan HDP ve MHP’yi aynı masa etrafında toplanması pek olası gözükmüyor ki zaten Bahçeli de bunu çok açık şekilde “Ne AKP ne de HDP ile koalisyon yapmayacağız” diye dile getirdi.

Bir iki gündür sosyal medyada bu üçlü koalisyonun bir araya gelmesine engel olan isim olarak Bahçeli’ye eleştiriler görmekteyim, katılmıyorum. Katılmamamın sebebi koalisyon olmasını istememem değil, empati yaptığımda Bahçeli’yi haklı görmem. MHP’nin ideoloji esaslı bir parti olması sebebiyle HDP ile ortaklık yapmasının temel ideolojisine zıt düşeceğinden bunu ne seçmenine ne de kurmaylarına açıklayamaz hatta teklifini bile sunamaz. Eğer ki, olur da bu ihtimal gerçekleşirse, MHP gelecek seçimde değil bu oyu almak, barajı bile geçemez. Bunun farkında olan Bahçeli de stratejik davranarak hiçbir koalisyona yaklaşmayıp en azından muhtemel erken seçimde oy oranını korumaya çalışıyor.

Eeeee koalisyon da kuramadık, peki şimdi ne olacak ?

Olacak şey çok basit. Erken seçim kararı alınması ile birlikte AKP seçim stratejisini “bakın, tek parti iktidarını bozdunuz, istikrar ortadan kalktı, ülke kaosa sürüklendi” çerçevesinde toplayacak ve bu seçimde kaybettiği 8 – 9 puanlık kaygan oyunu yüksek ihtimalle geri toplayacaktır.

Acı ama öngörüm bu şekilde.

Peki bu ihtimal öngörüm için kimi suçlamalıyız ? Koalisyon kuramayan liderleri mi ? cevabım HAYIR. Suçlanması gereken, bu zamana kadar bu toplumu yoksul ve cahil bırakarak; katilden, hırsızdan, hainden medet umar hale getiren AKP kadar korkunç olmasa da geçmiş hükümetlerdir.

“AKP lidersiz kaldı, bu çözülmenin başlangıcı” diyenlere de cevabım; Tayyip AKP’nin resmi genel başkanı olmasa bile, hayatta olduğu ve Cumhurbaşkanı olmasına rağmen anayasayı kural tanımazca çiğneyerek AKP propagandası yapabilme cüreti gösterdiği sürece AKP asla lidersiz kalmaz.

Yoldaş Lenin’in  “Belki iktidara gelecek kadar çok oy alamazdık ama devrim yapabilecek kadar kalabalıktık” sözleri ile yazımı tamamlıyoruum.

Anlayanaasdgajmjdgfajf



1 Haziran 2015 Pazartesi

Hiçbir Yere Siktir Olup Gidemeyeceğiz !

Çevremde yer alan ve ülkenin idare ediliş şeklinden rahatsız olan büyük bir çoğunluğun diline pelesenk olmuş “Bu ülkeden siktir olup gitmenin zamanı geldi de geçiyor” cümlesine vakti zamanında katılmakta iken kısa bir süre önce buna katılmayı bıraktım.

Mantıklı düşününce Türkiye’den siktir olup gitmek ütopik bir hayalden başka bir şey değil, neden mi ? Birincisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizler seyahat özgürlüğü bakımından Gabon, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ya da Vietnam vatandaşlarından çok da bir farklılığa sahip değiliz. Hiçbir Avrupa Birliği üyesi ülkesine turistik amaçla bile gitmek istediğimizde abuk sabuk bir vize prosedürüne tabi tutulmaktayız, bu sebeple bir yerden bir yere gitmemiz kısa vadeli dahi olsa kendi içinde büyük zorluklar içeriyor. Hele ki bu yerleşik gitmek ise 5 günlüğüne tatile giderken senden kırk takla atmanı isteyen ülke yerleşmeye geldiğinde kollarını açarak seni beklemez !

Hadi diyelim ki bir yerden bir şeyler ayarladın resmi ya da gayrı resmi yollarla gittin, eeee ? gittiğin orası Alice Harikalar Diyarı mı ? Orada da “yabancı” olman sebebi ile yaşayacağın zorlukların tahmini çok da zor değil.

Hepsinden de öte, doğup büyüdüğün sana ait olan bu coğrafyayı yöneten kötü insanlar yüzünden neden bir yerlere siktir olup gitme psikolojisine bürünüyoruz ki ?

Belki de yapmamız gereken kendi konfor alanlarımızdan sıyrılıp biraz başkaları için düşünmek olabilir mi? Mesela doğru bildiğimizi tepki çekmek adına dahi olsa söyleyebilmek, hak mücadelesi veren insanların mücadelelerine elimizden geldiğince destek vermek. En basitinden oy vermeye gittikten sonra sandıklara sahip çıkmak olabilir mi ?

Herkes götünü birazcık kaldırıp, doğru bildiğini korkmadan söyleyebilse belki de kimse bir yere siktir olup gitmek zorunda kalmaz. Ya da gerçekten siktir olup gitmesi gerekenler siktir olup giderler.


P.S. Şu anda bir İskandinav ülkesi ya da ne bileyim Amerika, Kanada falan bana vatandaşlık verse anında siktir olur giderim bu ülkedenasjdgfamfa

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Evlendikten Sonra Özgüven Patlaması Yaşayan Kadınlar, Kadınlarımız.

Evlilik müessesesi çok garip bir müessese, hatta öyle garip bir müessese ki ondan daha garip bir müessese bulunmamaktadır bence dünya üzerinde. Bu arada çok tekrar edilince müessese kelimesinin kendiliğinden bir garipliği olduğunu fark ettim.

Bir zamanlar yanlış anlaşılmaktan son derece korkan birisi olmam sebebiyle (şu anda yanlış anlaşılmak umurumda dahi değil) sanırım bilinçaltımda açıklama yapma gereği kazınmış, bundan sebep küçük bir açıklama yapayım. Başlık sebebi ile sakın evliliği küçümsediğim, aşağıladığım falan sanılmasın. Zira karşına hayatının sonuna kadar beraber mutlu yaşayabileceğini düşündüğün bir karşı cins (burada karşı cins dedim diye şimdi siz beni homofobik falan da sanarsınız, homofobik değilim ama  bu eşcinsel ilişkiyi normalleştirdiğim anlamına da gelmez) çıkması ve ilişkinin devam eden sürecinde de bu düşüncenin pekişmesi durumunda evlenmek gayet normal ve hatta güzel de bir şey. Heee sonra işler planladığın gibi gitmez durumlar falan değişir o zaman da ayrılırsın, bu kadar basit.

Evlilik ve eşcinsel ilişkilere dair özetle bakış açımı açıklamanın içimi doldurduğu huzur ile artık asıl konuma dönebilirim.

Evlenme durumu psikolojik ve sosyolojik açıdan kendi içerisinde acayip anlamlara sahip. Mesela üreme ve neslini devam ettirme içgüdüsünü toplumsal kurallar çerçevesinde gerçekleştirmenin ilk basamağı evlenmek, hatta ve hatta cinselliği doyasıya yaşamanın bile kültürel sınırlar dahilinde gerekçesi evlilik. Bu tarz sebepler neticesiyle batılı kültürlerdeki ailelerde sınırlı olmak ile birlikte doğu kültüründeki ailelerde (batı – doğu ayırımı Türkiye için değil, dünya için yapılmıştır) evlatlarının mürüvvetini görmek çok acayip önemli bir durum, buraya kadar binyıllardır gelen doğu kültürünü düşündüğümüzde normal, kızmıyorum. Ama bu evlatlarının evlenmesini görmek arzu ve isteği bazen öyle bir saplantı haline geliyor ki, (özellikle 30 lu yaşların başlangıcı ile beraber) psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Burada kızıyorum ama bak işte.

Her neyse konumuz ailelerin evlilik durumundaki pozisyonu değil, ben asıl konuma döneyim, evlendikten sonra özgüven patlaması yaşayan kadınlarımıza yani.

Hani insanın karakterinin % ciddi bir oranı 4 yaşına kadar oluşuyormuş ya, doğru bu valla. Mesela sen küçük kız çocuğunu ablasının, büyük kuzeninin hatta ve hatta saçma sapan bir komşusunun düğününe bile o masumlukta zirve yaptığı yaşta çirkin mi çirkin bir gelinlik giydirip götürüyorsun ya annesi, işte o anda istemeden de olsa evladının ağzına ilk sıçışı gerçekleştiriyorsun. Artık o küçük kız çocuğu büyüdüğünde entelektüellikte tavan yapmış bile olsa megali ideası evlenmek olacak bir insan yavrusuna dönüşüyor, zehirledin ufacık sabiyi. Yine çok çok çok çok küçük bir azınlığı tenzih ederek söylüyorum ki 30 lu yaşlarda bu dürtünün kişinin zihnini ele geçirmesi sebebiyle acayip bir insana evrilme süreci de başlıyor.

Ben yine asıl bahsetmek istediğimden uzaklaştım, konuma döneyim (dönemedi)

Şehir hayatında yer alan, 20li yaşların sonu 30lu yaşların başındaki beyaz yakalı kadınlarımızda evlendikten sonra bir böyle acayipleşmeler, böyle sanki küçük dağları yaratmışçasına özgüven patlaması gözükmekte. Lan n’oldu sana da bi anda garip bi yaratığa dönüştün ? vermek istediğin mesaj ne ? Senden önce evlenen arkadaşlarına “Bakıınnn ben de evlendim” mesajı mı vermeye çabalıyorsun ? Ya da aynı jenerasyondaki evlenmemiş arkadaşlarına “hahaha nasıl da hemen evlendim ama sizden önce” virali mi yapıyorsun ? Evlenmeden önceki düğün sürecinin insanlara gereksiz şekilde lanse edilmesi, evlendikten sonra özellikle balayının milletin gözüne sokulması, balayı dönüşü sosyal medya destekli #musmutlu tablosu çizilmesi ! Manyak mısın kızım sen ? Resmi olarak birisiyle seks yapıyor olman beynindeki mutluk uyarıcı bölümü nasıl olurda bu kadar abartılı şekilde tetikler. Tamam, küçüklükten bilinçaltına işlemiş bir “evlenmeliyim” dürtüsünü başarman ile sevinmeni anlarız ama eşeğin .mına da su kaçırma, insan ol azıcık !


Haksız mıyım ya arkadaşlar ?

5 Mayıs 2015 Salı

Sevgilisi Tarafından Çalıştığı Ofise Çiçek Gönderilen Dişi İnsan

Başlamadan uyarayım, içerik dahilinde bir takım genellemeler mevcuttur. Her genellemenin ardından istisnaları dile getirip “siz hariç” demekle uğraşmak istemediğim içten bu şekilde girizgahımı yapayım dedim, istisnalar üstüne alınmasın, ya da alınsın çok da umurumda değil.

Pırlanta, altın, mücevherat gibi mana olarak hiçbir anlam ifade etmeyen ama insanoğlunun sapkınlığı yüzünden neye göre değer biçildiği bile belli olmayan bu süper pahalı materyallerin kadınları etkileme gücünü bir kenara bırakırsak, ikinci sırada çiçekler gelir herhâlde.

Çiçek ile mücevheratı kıyasladığımızda çiçek daha insanı boyutta bir hediye olarak kalıyor. Doğanın sana sunduğu bir şey; Canlı ! Doğuyor, büyüyor ve ölüyor. Sen emek verirsen daha güzel oluyor, emek vermediğinde yok olup gidiyor…

Bir an için yazıya böyle güzel güzel başlayıp devam edeyim dedim ama beceremedim, ben asıl bahsetmek istediğim konuya hemen giriş yapayım.

Şimdi bu ofis çalışanı diye tabir ettiğimiz, beyaz görünümlü mavi yakalılar korkunç bir psikolojik çerçeveye sahipler. Hayalleri, hayattan beklentileri, değer yargıları falan bombok afedersiniz. Bu sebeple üzüldükleri, sevindikleri, mutlu oldukları şeyler de çok acayip.

Mesela bu ofis çalışanı kızlarımızı hayatta en mutlu eden şeylerden birisi ilişki içerisinde bulunduğu; sevgilisi, nişanlısı (bu unvan da dünyanın en içi boş unvanıdır, nişanlı ne demek lan ! cinsel hayatınıza resmiyet kazandırmak için uydurduğunuz bir unvan. Konu hakkındaki gerekçeli açıklamamı farklı bir başlıkta yaparım) ya da kocası (muhtemelen pratikte “kociş” diye hitap eder) tarafından çalıştığı ofise gönderilen çiçektir.

Bu ofise gönderilen çiçekler sevgililer günü, doğum günü, evlilik yıldönümü gibi önceden belli günlerde zaten hatun kişimiz tarafından beklenilmektedir. Çünki bilir ki kendisi gibi ofisindeki diğer hemcinslerine de bu çiçek gelecektir. Oldu ki kahramanımıza çiçek gelmedi, kendisine çiçek gelen diğer hemcinslerine “yok canım ya biz sevmiyoruz öyle şeyleri” diye açıklama yapar ancak o erkek boku yedi ! “Sen bana niye çiçek göndermedin lan amk ayısı” demez (keşke böyle net olsa) aylar sürecek trip atmalı sancılı sürecin fitilini ateşler

Gelelim kendisine çiçek gelen hatun kişimize. Şimdi bu çiçeği getiren çiçekçi arkadaş tabi öyle elini kolunu sallayarak çıkamıyor ablanın bulunduğu kata, önce bir güvenlik önlemi ile karşılaşıyor. Güvenlik, ablamızı arayıp “Müjgan hanım size bir çiçek geldi” diye ilk müjdeyi veriyor, işte bundan sonrası çok önemli, eğer abla yüksek bir ses tonuyla “aaa çiçek mi geldi ?” derse işte bu ofisteki diğer hemcinslerine olayın ilk delegasyonudur, alt mesaj “ha ha haaa bakın pislikler bana (duruma göre kociş ya da aşkito) çiçek gönderdi” dir. Ulan amk kezbanı dürüm söylediğinde güvenlik seni aradığında “aaaa dürüm mü geldi ?” diyor musun ? niye bu kadar basit bir olayı kişisel mücadele haline getirme çabası içerisindesin.

Neyse gelelim sürecin devamına. Çiçeğin kata gelmesi ile birlikte çalışma arkadaşları hatun kişilerin davranışları iki farklı şekilde gelişir yüksek oranda. Birinci; kahramanımızın Müjgan’ın mevcut ilişkisinden haber olmayan çalışma arkadaşlarından “Aaaa Müjgan ! Kimden geldi o çiçek öyle” diye ilk saldırıyı gerçekleştiren ofisin kaşarlanmış ablasının tepkisidir. Yani demek istiyor ki “vay vay vayyy, kızım senin madem ilişkin var da niye hiç belli etmedin lan bu zamana kadar, neyin peşindesin hıııı!?” dır.

İkinci tepki ise mevcut ilişkisi Müjgan tarafından gerek instagrama koyduğu fotoğraflarla olsun, gerek parmağında milletin gözüne sokarcasına taşıdığı yüzükle olsun, gerekse de lüzumlu lüzumsuz ilgili erkeğin muhabbetini açması ile olsun çoktan halka mal edildiği için “Ooo Müjgan’cım, Berke mi gönderdi ? ne yazıyor notta ?” şeklinde gerçekleşen Müjgan’ın da aslında duymak istediği tepkidir. Müjgan’ın aslında bu soruya “.nanın .mı yazıyor” diye cevap vermesi gerekir ki bu tepkiyi verse konu harika bir şekilde kapanacak, ama Müjgan’ın tepkisi; “ya hiç beklemiyordum valla sürpriz yapmış, şaşırttı YİNE beni” şeklinde olur ve kendisine uzun zamandır çiçek gelmeyen çalışma arkadaşları karşısında gururlandıkça gururlanır, böbürlendikçe böbürlenir, pirensesleştikçe pirensesleşir ve bu prensesliği ile onların üstüne bütün haşmeti ile çöker ! Müjgan bundan sonra içten içe diğer arkadaşları, özellikle de yaşı 30 civarında olup ilişkisi olmayan ve alt beyinin kendisine dikte ettiği EVLEN EVLEN EVLEN emirlerine kısa ve orta uzunluktaki vadede cevap veremeyeceğini kendisine itiraf etmekten aciz arkadaşları tarafından gizli bir düşmandır. Ve hepsi Müjgan’ın o Berke’den ayrılmasını dört gözle beklemekte olup, teselli vermek kamuflajı ile intikamlarını almayı dört gözle beklemektedirler.

Ah Müjgan !

21 Nisan 2015 Salı

Başlatmayın Nükleer Sevdanıza !



Dünya’da nükleer enerji çalışmaları ne zaman başladı ? Süreç nasıl ilerledi ? İlk santral nerede kuruldu ? En çok santral hangi ülkede var ? İlk nükleer santral kazası ne zaman meydana geldi ? Dünyadaki nükleer santral kazalarının kronolojik listesi ve çevreye etkileri nasıl gelişti ? Nükleer Santral’den ülkeler ne zaman vazgeçmeye başladı ? Son bilmem kaç yılda kaç adet nükleer santral kapatıldı ? Gibi onlarca daha fazla soru sorulabilir aslında nükleer santraller ile alakalı. Aslında bu soruların cevabını bulup, nükleer santralin tehlikelerini ve değmeyecek bir yatırım olduğunu doyurucu kanıtlarla da sunabilirdim ama gerek duymadım. Kahvede otururken nükleeri savunan bir dayı seviyesinde nükleeri eleştireceğim şimdi.

Hani bi laf var ya bilmem ne yapamayacağın bilmem neyin altına yatmayacaksın diye, işte Türkiye’nin Nükleer santral sevdası da tam olarak o şeyin altına yatmak oluyor. Lan oğlum sen ülke genelinde gerçekleşen elektrik kesintisinin sebebini açıklamaktan aciz bir hükümet değil misin ? Ya da ters taraftan bakalım, canın istediğinde bütün ülkenin enerjisini kesebilecek kadar gözünü karartmış ruh hastaları tarafından kontrol edilen bir yönetim şeklin yok mu ? Böyle bir dengesizlik varken hatanın sonuçlarının geri dönüşünün mümkün olmadığı bir tesisi üç katlı apartman dikermiş  gibi dikme cesareti nereden geliyor ? Kendi soruma kendim cevap vereyim; Cahil cesaretinden !

Şimdi bu nükleer santral inşa etmek ve süreci yönetmek için teknik kapasitemizin olmayışı, güvenlik önlemlerinin yetersizliği, inşaat esnasında gerçekleşecek olan rant pazarı ve yolsuzluk şenliğini de bir kenara bırakıyorum. O nükleer santral inşa edeceğiniz Sinop 35.000 nüfusa sahip ülkenin en mutlu şehri ! Mutluluğun kaynağı gözünü para hırsı bürümüş manyakların sandığı gibi gelir seviyesinin yüksek olması falan değil, insanların istedikleri gibi yaşayabilmeleri. Lan hiç sordun mu bu şehirde doğup büyüyen insanlara “Kardeşim biz nükleer santral yapacağız ama siz ne diyorsunuz ?” diye,  sormadın. Kayseri’den, Konya’dan, Çorum’dan aldığın oylarla geldiğin iktidarla nasıl benim doğup büyüdüğüm şehrin kaderini çizebilirsin ? Hayatında Sinop’u hiç görmemiş hamur kafalılar nasıl Sinop’a nükleer santral yapılmasını destekleyebilir ? (Buradan bölgesel yönetimlere bakış açımı da anlamışsınızdır)


Biz Nükleer Santral falan istemiyoruz Sinop’umuza, sizin yapacağınız yatırım adı altındaki rant oyunlarını da istemiyoruz. Mümkünse 3-5 dozer gönderin, hani o ince bi yer var ya oradan koparırsanız memnun oluruz, hep beraber siktir olur gider, kurtuluruz.

Kesilmesini talep ettiğim o ince yer burası işte

9 Mart 2015 Pazartesi

Dünya Emekçi Kadınlar Günü



Güncel ya da tarihe dair birçok konuyu tartışırken, başlaması ve devamında getirdiği keskin süreçle birlikte hayatımızın neredeyse her alanındaki fonksiyonların şekillenmesinde başrolü oynayan sanayi devrimini milat kabul etmişimdir. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünü de, en çok bu tarihsel kırılım noktasına yakıştırmışımdır.

Dünya EMEKÇİ kadınlar gününün de ortaya çıkışı işte bu sanayi devrimi yıllarına dayanıyor. 8 Mart 1857 de New York’ta daha iyi imkanlarla çalışmak isteyen 40.000 işçinin yaptığı eylem esnasında, polisin eylem yapan işçilere saldırmasının ardından çıkan yangında fabrikaya sıkışarak hayatını kaybeden 129 kadın işçinin ruhu, emekçi kadınlara dair bu günün oluşmasının temellerini atmıştır.

Şimdi genel olarak bir tartışma mevcut “Dünya Kadınlar Günü” mü ? Yoksa “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” mü ? İşin aslına bakarsanız Türkiye’de 8 Mart’ın kutlanması süreci, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak başlamıştır. Ancak 80 ihtilalinden sonra politik olarak içi boş, eğitim olarak düşünmeyen sorgulamayan ve biat eden bireylerden oluşan bir toplum oluşturma projesinin küçük bir parçası olarak 8 Mart artık “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlana gelmiştir.

“Efendim, emekçi ve emekçi olamayan diye kadınları ayırmak olur mu hiç” diyen bir savunma mekanizması da mevcut. Olur efendim, emekçi ve emekçi olmayan diye her kesimi ayırabilirsiniz. Bir cinse ait olduğun için uluslararası alanda bir kutlamanın yapılması ne kadar mantıklı olur, ne kadar amaca hizmet edebilir ? O gün, ortaya çıkışındaki emek mücadelesi sebebi ile EMEKÇİ kadınların günüdür.

Ve ben toplumda yer alan herkesi emekçi ve emekçi olmayan diye ikiye ayırabilirim. Kendi iğrenç konfor alanının çizdiği sınırlar içerisinde yer alıp, algısını dış dünyaya kapatmış, burjuvazinin kapitalizmin batağına saplanmış modern şehir kadını ile “Emek” kavramının ne olduğunu yaşayarak, mücadele ederek, acı çekerek, bedeller ödeyerek öğrenmiş emekçi kadınları nasıl bir tutabilirim. 8 Mart’da meydanlara çıkıp kadınlara karşı işlenen taciz, cinayet, tecavüz, istismar gibi suçları yaşamış ya da yaşamasa bile yaşayan kadınların acısını en derinde hissederek birbirlerine destek olup, korkusuzca seslerini yükselten kadınlarla; her anlamlı olgunun içini boşaltıp kendi istediği gibi yorumlamaya çalışan, bakıldığında mücadelenin amacını oluşturan iğrençliklere zemin hazırlayan otoritenin düzenlediği şaklabanlıklarda yer alanları nasıl bir tutabilirim !

Bu sebeplerden dolayı; Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Her İktidar Öldürür !

Hangi kitaptı hatırlamıyorum ama hafızama kazınan “Az ya da çok, her iktidar öldürür” cümlesini çok net hatırlıyorum. Yazar bu cümledeki iddasını da “Bir kere gücü elinize geçirdinizmi artık tek gayeniz o gücü elinizde tutmaya çalışmak olur. Önce farklı yöntemlerle gücün devamlılığını sağlamak isteseniz dahi, gücü elinize geçirmeden ne kadar iyi bir insan olup olmadığınıza bağlı olmaksızın sonunda bu hastalık sizi gücünüzün devamlılığını sağlamak için zalim olmaya, öldürmeye iter.” Gibi cümlelerle açıklıyordu.

Stalin de, Hitler de, Mao da hiçbiri milyonlarca insanı öldürmek amacıyla iktidara gelmemiştir. Hepsinin ortak amacı kendi ideolojileri ve idealleri doğrultusunda önce bir toplum, ardından da bir dünya düzeni kurmaktı. Tabi bunun için de güç lazımdı. Gücü bir kere ellerine geçirdiklerinde de canavarlaşma potansiyelleri ortaya çıkması sonucu, tarihte meydan gelen en kanlı toplu ölümler silsileleri gerçekleşmiştir.

İktidarın öldürmesi direk kendisine bağlı kolluk güçleri ve silahlı kuvvetleriyle gerçekleşebileceği gibi yönettiği toplumun geneline yaymak gayesinde olduğu ideoloji ve yaşama şekli sebebiyle de olabilir. Hele ki bu yayılmaya çalışan zihniyet düşünmeyi, sorgulamayı istemeyen, cehaleti ve muhafazakarlığı körükleyerek güdülmesi kolay bir toplum oluşturma zihniyeti ise, toplumda halihazırda bu sığ düşünce içinde olan insanların kendilerini güçlü ve haklı hissetmeleri sebebiyle daha da acı olur !

Eğer ki senin yönettiğin ülkenin bürokratlarının, mülki amirlerinin, parlementerlerinin düşüncelerindeki kadın algısı “Kadın mıdır kız mıdır?”, “tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmamalı”, “kadın ahlaklı olsun kürtaj yapmak zorunda kalmasın”, “anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün”, “yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” (ki bu laf münevver cinayetinin arkasından söylenmiştir!) gibi sayısız iğrenç beyanatı aymazca çıkıp söyleyebiliyorsa ! Senin iktidarında kadına şiddet hiç olmadığı kadar artmışsa ! Senin iktidarında sapık, tacizci, tecavüzcü alınabilecek minimum cezaları alıyorsa ! Kusura bakma canım kardeşim ama Özgecan’ın ölümünden birinci derecede sen sorumlusun !

Yine sen devlet eliyle kolluk kuvvetlerini kanun, yasa gözetmeksizin kendi şahsi fedailerinmiş gibi kullanırsan, bu da yetmez senin gibi sığ düşüncelere boğulmuş fedai kültürünün temsilcisi cahil insanlara resmi ağızdan söylemlerle güç verip, "Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hakimdir" diyerek ötekileştirmeyi, tarafında olanların karşında olanlara karşı şiddet uygulamasını günlük hayatın akışı içerisinde meşrulaştırırsan; düşünen, sorgulayan, toplumun iyiliği için çabalayan bir gazetecinin kar topu oynarken camına kartopu geldi diye bir esnaf tarafından öldürülmesinden de sen sorumlusun canım kardeşim.


Düşünen, sorgulayan, iyi insanların öldüğü, zalim ve cahillerin giderek daha da güçlendiği bir ülkede kendinize yarattığınız küçük konfor alanlarınızda mutluluklar !