6 Aralık 2010 Pazartesi

Sanal Ortamda Süper Kahraman Olmak

Yaklaşık bir hafta önce Facebook ağında önce yabancılarla başlayan ardından Türk kullanıcılarada sirayet eden çok saçma bir uygulama başladı,profile çizgifilm karakteri fotoğrafı koyarak çocuk istismarına dikkat çekmek.Çok saçma ve komik bir uygulama kanımca.Allah aşkına bu çılgınlığı kim başlattı?Bunu başlatan gerçekten bunun bir çözüm olacağını mı düşünüyordu?Profil fotoğrafına çizgi film karakteri fotoğrafı koyan kaç kişi bir hafta öncesine kadar çocuk istismarını ciddiye alıyordu?Bırakın arkadaşım böyle abuk işleri.Şimdi siz profilinize tom ve jerry,şeker kız candy,şirinleri koydunuz diye çocuk istismarıda kesin bir son bulur!

Bu konuda çok sinirliyim.Galatasaray'lıyım,son zamanlarda takımımı ligdeki acınası durumundan daha fazla canımı sıkan bir şey daha varsa o da facebook'da ki klüp resmi sayfasını üye sayısı ile övüülmesidir.Şu anda facebook'da en çok üyesi olan takım Galatasaray'mış ve bula övünülmekte,eee sonuç?Bilmem kaç milyon takipçi var diye büyük takım mı oluyorsun?Kaç kombine sattın?Forma satışlarından gelirin ne kadar?İngiltere 3.Lig takımları bile Türkiye Süper Ligi ortalamasından daha çok gelir elde ediyor bilet satışlarından ama bedava tıklama olunca sözkonusu kimse önümüzde duramıyor.

Diyeceğim o ki profiline abuk çizgi film karakteri fotoğrafı koydun diye çocuk istismarı önlenmez,takımının sayfasına üye oldun diye takımın büyük takım olmaz.

Hadi hayırlı traşlar.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Kuaför Parfümü

İnsan hayatında çok özendiğiniz anları mahveden ve geri dönüşü imkansız anlar vardır,bir erkek için bu anlara verilecek en güzel örnek ise "Kuaför Parfümü" veya daha da acısı "Kuaför Kolonyasıdır"

Düşünün, özel bir davet veya herhangi özel bir buluşmaya gideceksiniz.Gideceğiniz yer özel olduğu için özenlide giyinmişsiniz.Buluşma noktasına varmadan önce bir kuaföre girdiniz, amacınız saçlarınızı düzelttirmek belki bir sakal traşı olmak.Ne kadar erkek kuaförüne gittiysem hepsi de maşallah konuşkan insanlardı. Hatta zaman zaman bu konuşkanlıklarını kullanarak müşterilerin ağzından laf alıp, bunları istihbarat ile paylaşan gönüllü hafiyeler olduklarını dahi düşünmüşümdür.Yine böyle konuşkan bir kuaförün koltuğuna oturup traşınızı olurken bir yandan da konuştuğunuz için doğal olarak konu bir şekilde nereye gideceğinize gelir,işte bu noktada gideceğiniz yerin mühim bir yer olduğunuda söylersiniz.Tabi siz bu sohbet sırasında kendinizi kaptırdığınız anda traşın bitmesinin ardından üstünüze hunharca sıkılan kuaför parfümü ile tarifi mümkün olmayan bir acı ile kendinize gelirsiniz.Kızamazsınız da kuaföre, çünkü iyi niyetlidir. Fakat, o güzel kokuyor sandığı iğrenç parfümü ile sizin bütün karizmanızı yerle bir etmiştir ve artık her şey için çok geçtir.Ama üzülmeyin bunun daha kötüsü ise o berber koltuğundan kafanıza kolonya dökülerek kalkmakta vardı.

Onun için siz siz olun bir erkek kuaförüne gittiğinizde koltuğa oturur oturmaz uyarınızı yapın ki o kuaför parfümü diye adlandırdığımız ne idüğü belirsiz kimyasala maruz kalmayın.Yok kardeşim ben o kimyasalın kokusunu seviyorum diyorsanız sizin için bizim yapabileceğimiz bir şey yok,Allah kurtarsın.

23 Ekim 2010 Cumartesi

George Hagi ve Derbi

Her insanın bir çocukluk kahramanı vardır,benim çocukluk kahramanım ise Hagi'ydi.Onu tutku derecesinde bağlı olduğum sarı kırmızılı Galatasaray formasıyla gördüğüm ilk an 9 yaşında bir çocuk olmamın etkisi ile ne kadar büyük bir yıldızın gönül verdiğim takıma geldiğini tam idrak edememiştim.Ta ki "Bastonlamı oynayacak" diyenlere tokat gibi cevabı çıktığı ilk maçlarda galibiyeti getiren golleri atarak adeta "Şimdi o bastonu istediğiniz yerinize sokabilirsiniz" cevabını vereceği anlara kadar.Futbolcu olarak Sarı Kırmızı formayı Hagi'nin üstünde gördüğüm her an kalp atışlarım hızlanmış,en umutsuz anlarda bile umudumu yitirmemiştim.

Sonra Ciga futbolu bıraktı ve Galatasaray'a teknik direktör olarak geldi.10 milyon dolarlık kadro ile ligi şampiyonun 4 puan ardından 3.bitirdi,Türkiye kupası finalinde Fenerbahçe'yi 5-1 le tokatladı.O dönemin basiretsiz yönetimi tarafından ise haksız bir şekilde gönderildi.

Bir Fenerbahçe maçı hatırlarım neredeyse 15 tane %100 lük gol kaçırdığımız, maçtan önce "Basket Maçına döner" yorumlarının yapıldığı ama sonuç olarak Johnson'un allaha emanet vurduğu topun götlerden sekerek kalemizi bulup 1-0 yenildiğimiz.Sonra Fenerbahçe'nin Avrupa hezimetlerinden birisi olan Sigma Olomouc'dan 7 tane yedikten sonra yine dağıtacağımızı düşündüğümüz ve sonuç olarak kaybettiğimiz bir maç daha.

Şimdi ise işler tam tersine döndü.Toparlanmış ve güçlenmiş bir Fenerbahçe'nin karşısında en kötü sezonlarından birisini yaşayan,teknik direktörünü derbi öncesi göndermiş.Neill,Kewel,Baros ve en önemlisi Arda'dan yoksun bir Galatasaray.Ama bir farkla,takımın başında Aslan yürekli Hagi var.Yine herkes Fenerbahçe bu maç Galatasaray'ı dağıtacak yorumarına başladı. Hatta iddaa bile bir derbide Fenerbahçe'ye 1,50 oran vermekte.

Sonuç olarak diyeceğim o ki;Bir de koyuyor muyuz?

14 Ekim 2010 Perşembe

Bilgi Hazinesi

Kişisel anlamda bilgi sahibi olduğumuz konular mı var?Bence yok,olduğunu düşünüyorsak da yanılıyoruz.Hayatın geniş yelpazesinin küçük bir diliminin bize sunduğu kıt veriler dahilinde, bu geniş yelpaze hakkında bulunduğumuz tahminleri bilgi sanıp,kendi yollarımızı çiziyoruz.

Geriye dönüp bakmak konusunda da bazı düşüncelerim vardır,şöyle ki;Çok fazla geçmişe odaklanmanın insana zarar vereceğini düşünürüm,çünkü geçmişini değiştiremezsin.Ama bu geçmişinin geleceğini etkilemeyeceği anlamına gelmez,hatta o anlama gelir.Hayatta dik durabilmek,başarıyı yakalamanın önemli etkenlerinden birisinin de, odaklanmaman ama geleceğini etkileyecek olan geçmişine sahip çıkmak ile alakalı olduğunu da düşünürüm.

Bazen,bazı insanlara,bazı konuları anlatmakta güçlük de çekilebilir.Anlatacağınız konu gerçekten sizin için çok önemli bir konu olabilecek iken, artık önemini yitirmiş, an itibari ile basit bir konuda olabilir.Bu konuyu aktarmakta ki inanç ve ısrarınız ise karşınızda ki insana verdiğiniz değer ve karşınızda ki insanın size verdiğini düşündüğünüz değer ile doğru orantılıdır.

Önemli olan bir insanı çok sevmek değildir,size değer veren insanı da çok sevmek değildir.Önemli olan, çok sevdiğiniz insanın size değer vermesidir.

--- --- --- --- --- --- --- --- --- --- ---
Bu hikayeyi de çok sevdiğim için alıntı olarak yazımın en sonunda paylaşmak istedim.

Tavla ve Satranç Hikayesi

Pers imparatorunun basveziri Buzur Mehir tarafindan 1400 yil once tasarlanan tavla oyunu; dunyanin en populer oyunlarindan biridir.

Zaman kavramindan alinan ilhamla tasarlanan oyunun zamana boylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birligi olarak tavla bir tanedir.

4 kosesi 4 mevsimi, tavlanin icindeki karsilikli 6'sar hane 12 ayi, pullarin toplami ayin 30 gununu ,siyah -beyaz pullar gece ve gunduzu, karsilikli 12'ser hane gunun 24 saatini simgeler..


Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranc oyununu Pers imparatoruna,yaninda bir mektup ile hediye olarak gondermistir. Mektubunda oyunla ilgili hic bir aciklama yapmazken soyle bir mesaj yazmistir.


Pers imparatoruna;
Kim daha cok dusunuyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi goruyorsa
O kazanir.
Iste hayat budur...


Pers Imparatoru donemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu cozmesi ve kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye edilmek uzere baska bir oyun icat etmesini ister.

Vezir haftalarca calistiktan sonra gonderilen satrancin her tas hareketini ve oyunu cozer daha sonra da on gunde tavlayi icad eder ve imparatora sunar.

Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gonderilmek uzere soyle bir mesaj hazirlanir.


Hint imparatoruna;
Evet,
Kim daha cok dusunuyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi goruyorsa
O kazanir.

AMA BIRAZ DA SANSTIR.
Iste hayat budur...

12 Ekim 2010 Salı

Arda çok seks yapıyor!

Bugün, başlıkta yazdığım aynı manşete sahip bir haber ile karşılaştım.Habere konu olan olayın idda makamı ise Türk Futbol'una katkısının olup olmadığını sorgulamaya bile gerek olmayan Erman Toroğlu.

Yine Türk Futbolu'na katkısını sorgulamaya bile gerek duymadığımız bir futbol! programında,herzaman ki gibi futbol dışı konulara girdikleri bir anda Erman Toroğlu şu iddayı ortaya atıyor "Ben bu sakatlığı zamanında geçirdim. Ve o dönemde tamamıyla benim hatamdan kaynaklandı. Fazla seks yapmak ve dinlenmemek buna sebep olur" Şimdi Erman Hoca bu yorumu yaparken acaba "Ben zamanında acayip takılıyordum.O kadar ki yani, zikişmekten futbol hayatım bitti" izlenimi vermek için Arda'yı mı kendisine kurban seçti?

Arda Turan sakatlandı; Galatasaray çöküşte.Milli Takım Almanya'dan 3 yiyerek ucuz kurtuldu,bugün ise Azerbaycan gibi bir futbol ekolü! tarafından malup edildi.Bir bakın Arda'nın jenerasyonuna ve +- 4 yaş çevresine. Arda gibi gelecek vaad eden bir futbolcu var mı?Siz devam edin Arda'ya saldırmaya, nasıl olsa futbolcu fabrikası bir ülkeyiz,her sene milyonlarca dolara oyuncular satıyoruz Avrupa'ya!!!

Haberin kaynağı için

11 Ekim 2010 Pazartesi

Daha Mutlu Olamam



Aslında şu anda çok da mutlu değilim,mutsuz da değilim,normalim yani. Sıradan diye nitelendirilebilecek seviyede bir gün geçirmekteyim.Yazımın başlığının "Daha mutlu olamam" olmasının sebebi ise yazmama sebep olan şarkının ismi olmasından dolayı.

Şarkılara çok anlam yükleyen bir insan değilimdir,nesnelere de.Anlamları genelde kişilere yüklemeyi tercih ederim.O zaman bir şarkıdan dolayı neden yazı yazıyorum?Hatta uzun zaman aralıkları ile blogunu güncelleyen bir insan olarak, 24 saat içinde ikinci blogumu neden bir şarkıdan dolayı yazma kararı aldım ki?

Ön lise yıllarımı yaşarken müziğe karşı içimde ilahi bir tutku vardı,öyle böyle değil ama.Elektro gitar falan çalıyordum,grubum bile vardı.Hemde eline elektro gitar alıp 3 akor basan iki kişi ve 4-4 lük bir ritim ile bütün şarkıları çalmaya çalışan davulcudan oluşan vasat bir lise grubu değil.Bildiğin averajın üstünde bir bascısı ve davulcusu olan,solo gitaristi aşmış derecede iyi çalabilen(Hatta bak şimdi merak ettim o arkadaşımı. Ne yapıyor acaba?irtibatı falan kopardık hep) ve ben denizinde ritm gitaristi olduğum bir grup,bildiğin iyiydi yani.O yıllarda müzik tutkumla her pazar gecesi Radyo D'de Güven Erkin Erkal'ın sunduğu "Maksimum Rock" adında bir program vardı,dinlerdim her pazar.Hem de internet teknolojisinin bu zaman ki gibi gelişmemiş olmasından dolayı,İstanbul'dan 750km kadar uzak bir şehirde yaşamanın zorlukları ile mücadele edip, radyodan çızır çızır gelen sesi kafamda stereo bir kaliteye çevirerek dinlerdim.İşte o zamanlarda bu şarkı uzun süre listede yer almıştı, benim de hafızama kazınmış demek ki.Tesadüfen dinlediğimde sanki bana yıllar öncesinden gelen bir minnet borcunu hatırlattığından dolayı bu şarkı ile ilgili bir yazı yazmak istedim.Ama şöyle yazının geneline baktığımda şarkıdan hiç bahsetmemişim,olsun böylede hoşuma gitti.

Hee o gruba,gitara,müziğe olan ilgiye n'oldu? diye soracak olursanız;Hayatımın her döneminde farklı şeylere ilgi göstermemden ve bu ilgi alanlarımı hep yarım bırakmamdan dolayı o gitar sevdasıda hayatımın derinliklerinde "yarım bıraktığım boklar" listesinde ki ebedi yerinde, sonsuz istirahate geçmiş bulunmaktadır.

10 Ekim 2010 Pazar

Süperman Dönüyor



Tesadüfen denk geldiğim,izledikten sonra ise "Ahh be Superman,keşke dönmeseydin de kalsaydın,hiç yoktan sana bir saygımız vardı" diye içimden geçirdiğim,güzide bir film varmış da bizim bu zamana kadar haberimiz yokmuş.

Bu filmi çekme cüretini gösteren yönetmen büyüğümüz, sanırım pantolonun üstüne don giydirince Superman olunabileceğini düşünüyordu.Be arkadaş hiç mi düşünmedin sen "Biz bu filmi çekiyoruz da taşşak konusu olmaz mıyız ki acaba?" diye.
Ya da büyük ihtimalle şöyle bir olay gerçekleşti; Bizim Superman'in yönetmenine ismini bilmediğimiz ama büyük ihtimalle yönetmenin gizli bir düşmanı tarafından "Mustafa Abi,Amerika'da Richard Donner adlı dallamanın birisi Superman diye bir film çekmiş, geçen Menekşe Sineması'nda izledim.Abi vallaha yeminle söylüyorum ki sen ondan daha iyisini çekersin" diye bir telkinde bulundu.Bunu duyan Mustafa Abi'mizde çabuk gaza gelen insan özelliğinin kurbanı olup "Çekerim tabi lan,.mına bile koyarım" diye çıkışınca, bizlerlerde tarihin tanıkları olarak bu şaheser ile karşılaşmak durumunda kaldık.

12 Eylül 2010 Pazar

Referandum 2010

An itibarı ile aylardır gündemimizde olan referandum sonuçları açıklanmış bulunuyor.

Açılan sandık oranı: %99.47
Katılım Oranı :%77
Evet:%58 Hayır:%42

Sonuçların ülkemiz adına Hayırlı olmasını temenni ederim.Ama bu hayırlı olsun temennim internetten,özellikle de insanların kendilerinin reklamını yaptıkları bir sosyal paylaşım ortamı olan Facebook'tan son günlerde yapılan referandum öncesi, içinde "Hayır'lı" cümlesi geçen iletiler gibi değil,gerçekten hayırlı olmasını temenni ederim.Ben de referandum sonucunun "Hayır" çıkmasını isterdim,ama çıkan sonuca saygı duyarım.

Sonuçların açıklanması ile Facebook iletilerinde içerisinde ağır,hakareti geçtim tahrik sayılabilecek cümleler içeren iletiler görmekteyim.Bir insan nasıl olurda, kendi fikrinden daha farklı bir fikire sahip olan insalara hakaret ile hitap edebilir?Belki de bu referandum sonucunun "Evet" olarak çıkması bu osuruğu geniş arkadaşların sevimsiz söylemleri ile alakası olabilir mi?Populer söylemlerden birisi olan "Kömüre oy satıyorsunuz" söylemleri ile karşılarına çıktıkları insanların belki de hayatlarını bir gecekondunun tek göz odasında dünyaya açtıklarını,eğitimden yoksun oldukları gerçeğini görmeyip,bu insanlara gerçekleri gösterme çabasından aciz olarak,sadece yanlış yönlendirmeler nedeni ile kendi fikirlerinden farklı düşündükleri için aşşağılayan,dışlayan ve sahiplenmeyen bencil düşüncelerin etkisidir bu referandumun sonucu.

Belki de farklı düşüncelere saygı duymayı bilsek,birbirimizi biraz sevebilsek,daha mutlu yaşayabiliriz.

20 Ağustos 2010 Cuma

Geleceğin Emre'si

Uzun zamandır Bloguma başlık girmediğimin farkına vardım,hatta bir blogum oldugunu dahi unutmuştum :) Yeniden bir başlık girmek için bloguma girdiğimde izleyici sayımın 5 e ulaşmış olmasının yüzümde yarattığı tebessüm ise tarif edilemeyen cinstendi.

Bu gazete haberi Mircea Lucescu zamanı Galatasaray'ı ile ilgili olduğuna göre 2001 yılına ait bir haber,yani 9 sene öncesinin.9 sene öncesinde ki haber ile ilgili hiçbir tahmin tutmamış.Mesela Sabri hiçbir zaman sahanın her mevkisinde oynayamaz,çünkü kendi mevkisinde bile oynarken hata üstüne hata yaparken,olmaması gereken bir yerde inanılmaz başarılı bir hareket yapabiliyor.Mesela Sabri hiçbir zaman büyük bir yıldız olamaz,çünkü Sabri'nin oynayacağı yegane takım Galatasaray'dır.Ve başlığa konu olan Emre benzetmesi ise haberin en büyük hatası,çünkü Sabri hiçbir zaman Emre Belözoğlu kadar şerefsiz olamaz!

9 Yıldır hayatımızda olan ve futbol hayatının sonuna kadar Galatasaray'da kalmasını temenni ettiğim Sabri Sarıoğlu'ndan tek isteğim;"Lütfen saç şeklini artık değiştir" :)

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kararlarının Arkasında Durmak

Yaşadığımız süre boyunca küçük,büyük,önemli veya önemsiz gibi gözüken bir takım kararlar alarak hayatın bize sunduğu yol ayrımlarından herhangi birisine doğru kendimizi sürüklemek durumdayız.Almış olduğumuz bu kararlar bazen karar alma sürecinde çok ciddiye alınmayarak üzerinde fazla durulmadan hızlı bir şekide alınırken,bazen de çok ciddiye alınıp üzerinde saatler,günler hatta aylarca kafa patlatılarak alınmaktadır.
İşte bu; önemli,önemsiz ayrımının çoğu zaman kararın alınıp uygulamaya koyulmaya başlamasından sonra doğru tespit edilmediğinin farkına varılır.Senin için zamanında çok basit gelen üzerinde düşünmeye dahi değmez diye karar kıldığın bazı konular zamanın ilerlemesi ile büyümüş büyümüş kocaman olmuş senide yutacak hale gelmiş olabilir.Yahut da önceleri günlerce aylarca kafanı meşgul eden,uykularını kaçıran,beynini bir virüs gibi kemiren bazı düşünceler zamanın geçmesi ile küçülmüş küçülmüş o kadar küçülmüş ki artık sana komik bile gelmeye başlamış olabilme potansiyeline sahip olabilmektedir.
Bu iki varsayımın dışında bir üçüncü olasılık ise;Doğru kararı alabilmek içi aylarca düşündüğün olay için artık "Tamam,doğru olan mutlaka bu" diyebilecek duruma gelerek senin için en iyisi olabileceğine inandığın kararı uygulamak ve geçen zaman ile aslında o kadar düşünüp kafa yormana rağmen doğru olduğuna inandığın kararın aslında senin için ne kadar yanlış bir karar olduğunun farkına varmaktır.
İnsan sosyal bir varlık olduğu için etrafında ki insanlarla iletişim halinde yaşamaktadır.İşte karar alma sürecinde de bu yanılgıların ortaya çıkmasının sebeplerinden en büyüğünün içinde bulunulan duygusal durum ile beraber çevresel etkenlerden kaynaklandığını düşünmekteyim.
Ama asıl benim için önemli olan durum ise alınan kararın yanlış veya doğru olmasından çok,sonuçlarının ardından "Bu kararı ben verdim,arkasında da duruyorum" diyebilme erdemine sahip olabilmektir.Bunun için de verilen kararın etrafta yarattığı etkilerden dolayı kendini değiştirmemek gerektiğine inanmaktayım.

29 Nisan 2010 Perşembe

Zaytung Felsefesinin Başlangıç Noktası


Sizin için araştırdım ve buldum.İşte Dünya medyasında çıkan ilk zaytung haberi.

İşin aslına bakarsanız bu haberin yanında Zaytung'da yayınlanan haberler bile masum kalmaktadır,bundan da Zaytung felsefesinin gün geçtikçe gücünü yitirdiğini anlamaktayız.Umarım en kısa sürede Zaytun eski günlerinde ki gibi;Güçlü,cesur,kararlı ve korkusuz haberler yapmaya başlar :)

22 Nisan 2010 Perşembe

Neye Niyet,Neye Kısmet




1990'lı yıllar,Alp Yalman'ın Galatasaray başkanı olduğu dönemler.O zamanların efsane futbolcularından "Kadife Ayak" lakabı ile fırtına gibi esen Frank Rijkaard Galatasaray'ın gündeminde.Asparagas gazete haberlerine gerçekçilik payı katmak amacı ile photoshop teknolojisini kullanarak bahsi geçen futbolcuya,bahsi geçen takımın formasını giydirme hastalığının virüsünün Türk basınına sirayet ettiği yıllarında başlangıcı aynı zamanda.
Sonuç olarak bu transfer de gerçekleşmiyor.

Fakat aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra "Kadife Ayak" Ali Sami Yen'e futbolcu olarak değil de,Teknik Direktör olarak teşrif ediyor.

Neye Niyet,neye kısmet.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Bülent Uygun Nerede?Diye Soranlara İşte Cevap

Sezon başında Sivasspor'un başarısız sonuçlar alması ile istifasını verip inzivaya çekilen Bülen Uygun'un neden bu zamana kadar ortaya çıkmadığı,nerelerde olduğu gibi sorulara cevap arayanlara paylaşacağım videoya cevap verecektir.
Video'da röportaj yapan Bülent Uygun'un etrafını çevirerek sonsuzluğa doğru götürenler karanlık güçlerdir!Hatta bir rivayete göre;o günden sonra takımın başında ki kişi Bülent Hoca değil,onun klonlanmış haliymiş.Rivayetin devamına göre ise Dünya'nın yok olmasına yakın tekrar dünyaya geri gelecek olan Bülent Uygun,Sivasspor ile kaldığı yerden yola devam ederek Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıracakmış.
Biz duyduklarımızın yalancısıyız :)

7 Nisan 2010 Çarşamba

Aşağıda Göreceğiniz Resmin Anlamı İçin Okumanız Şiddetle Tavsiye Edilir!




Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik...

1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.

İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı'nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş...

İşte bu atlet mart ayında öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.
Gelelim hikayeye... Mexico City'de 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış.

Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek sormuş:

- İnsan haklarına inanıyor musun?

- Evet, inanıyorum.

- Peki ya Tanrı'ya?

- Bütün kalbimle...

Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!

İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl?

Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne 'İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartını iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor. Ve tabii (hatırlıyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor...

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika'daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir.

Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman? Meslektaşım Aynur'un anlattığına göre, Norman 'ın da hayatı kararmış. Tommie Smith diyor ki:
"Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi."

Avustralya Devleti Norman'ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamını mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.

Ölene kadar süren 'eylem kardeşliği' ..
İki amerikalı ve bir Avustralyalı 'lanetli' atletin o gün başlayan 'eylem kardeşliği' ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.

Ta, geçen mart ayında, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.
Melbourne'de yapılan cenaze töreni. 'Onurlu beyaz atlet' Peter Norman'ın tabutu, Tommie Smith ve John Carlos'un omuzlarında! Üç 'eylem kardeşi' son kez omuz omuza...



Buraya kadar yayınladığım yazı alıntıydı...

Peter Norman belki de hiç tanımadığı,aynı ülkenin bile vatandaşı olmadığı iki insan için Dünya gündemine oturacak,hatta ülkesinde kendisini istenmeyen adam olarak ilan edilmesi sonucu doğuracak bir eyleme imza atmıştır.1968 yılında kırdığı ve hala kırılamayan 400 metre Avustralya rekoru ile değil,giriştiği bu eylem ile bugün dahi anılmaktadır.

Peter Norman'ın yıllarca istenmeyen adam sıfatını taşımasını umursadığını sanmıyorum.Zamanında giriştikleri eylemin diğer iki kahramanının cenazesinde tabutunu taşıyarak göstermiş oldukları vefa örneği ile de mezarında huzur içinde yattığını düşünmekteyim.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Turkish Exorcist

Bundan yıllar yıllar önce,daha Show Tv'nin şizofrenik reklam jenerikleri ile benim gibi çocukluk yıllarını yaşayan insanların beyin hücrelerini yerle bir ettiği dönemlerdi.Genel seyirciye hitap etmesi gereken bir saatte tv başına geçmiştim.Fakat şizofrenik reklam filmleri ile bedenimizde psikolojik depremler yaratması yetmezmiş gibi,Show Tv yönetimi Turkish Exorcist'i yayın akışı içerisine dahil etmişti.
Turkish Exorcist'i izlemeye başladığımda,8 yaşında küçük bir çocuk olmamın da etkisi ile adrenalin katsayım yükselmiş ve büyük bir heyecanla filmi sonuna kadar izlemiştim.O yıllarda Uydu alıcısı,Digiturk,Teledünya vs gibi seçenekler henüz kullanıma sunulmamış olduğundan televizyonda izleyeceğimiz kanal seçenekleride karasal yayın ile sınırlıydı ve eminim ki o filmi,o yılda,o gün ve saatte benim gibi bir çok pre-ergen arkadaş izlemiştir.
Şimdi asıl söylemek istediğim noktaya geleyim.Son günlerde dikkatimi çekti;Turkish Exorcist ile dalga geçen çok sayıda video ve bu videoların altında da çok sayıda dalga geçen yorum görmekteyim.Ama bu yorumların hiçbirinde "Zamanında çok korkmuştuk ama şimdi komik geliyor" gibi bir açıklama görmedim.Bu eleştirel yaklaşan arkadaşlar ya çocukluk yıllarında bu filmi izlememiş,keza böyle bir durum varsa yetişkin bir insanın bu filmi komik görmesi normal.Ya da çocukken bu filmi izlediğinde götünün üç buçuk attığını gizlemek için kendilerini kandırıyorlar.
Bu tarz bir jenerikten sonra,bu filmi izleyipte korkmamak elde mi sizce?




3 Nisan 2010 Cumartesi

İnanmazsan Kazanamazsın!

Uzun zamandır(hatta baya uzun zamandır) Bloguma bir şeyler yazmadığımın farkına daha yeni varmamla birlikte,çok olmasada uzun zaman önce diyebileceğim Galatasaray-Fenerbahçe maçından yola çıkarak bir şeyler karalamak istedim.

28.03.2010 Tarihinde sanki sahada dünyanın en büyük derbilerinden birisi olarak nitelendirdiğimiz bir müsabakayı değilde,Bank Asya birinci lig mücadelesi tadında bir maç izledik.Maçtan kısa bir süre önce Özhan Başkan'ın vefatı ile oluşan duygusal ortam Galatasaray'a moral ve hırs aşılamak yerine,rakibimiz Fenerbahçe'nin ekmeğine yağ sürmüştür.Kadıköy'de ki her maçta çirkinliğin bin türlüsünü sergileyen Fenerbahçe taraftarı ve buna çanak tutan Fenerbahçe yönetimi,her ne hikmetse Ali Sami Yen'de yapılacak her maç öncesi "Dostluk,kardeşlik" rüzgarları estirmenin peşine düşmektedirler ve bu sefer de Özhan Başkan'ın vefatı dolayısı ile oluşan ortamdan faydalanarak yandaş medyanın bu yönde ki haberlerinin de desteği ile isteklerine ulaşmıştırlar.Medya organlarının maçın başında ki bir dakikalık Fenerbahçe taraftarının alkışlamasını gösterip 89 dakika boyunca ki küfürlerini duyurmaması da olayın acı tarafıdır!

Maç esnasında ki bu atmosfer yenilginin bahanesi değil,yenilginin sebebinin göstergesidir.Sahada maça inanmadan çıkan bir takım,tribünde bu büyük maç öncesi dolduruşlar gereği organize olamamış bir taraftar topluluğu,hakemlik vasıflarından yoksun bir hakem müsvettesi ve Fenerbahçe'nin her zaman ki şansı ile;maçın bu sonuçtan başka bir skorla bitmesi beklenemezdi.

Ben derbilerin dostluk,kardeşlik,barış içerisinde geçmemesi gereken bir taraftarım.Eğer siz böyle geçmesi gerektiğine inanıyorsanız İstanbul Büyükşehir Belediye maçlarını izlemenizi tavsiye ederim!Ayrıca Galatasaray Fenerbahçe maçları için "Dünya'nın en büyük derbilerinden biri olarak nitelendiriyoruz ama kaç tane ülkede yayınlanıyor ki" geyiğini dile getirenlerdensiniz,"Boca Juniors-River Plate maçlarını kaçınız izliyorsunuz?" sorusunu sormak isterim.

12 Ocak 2010 Salı

Postmodern Doğaüstü Varlıklar

Şimdi hemen "Yok canım öyle doğaüstü varlıklar" falan gibi tepkiler vermeyin çünkü ya bahsedeceğim doğaüstü varlıkları daha önce hiç görmediniz veya gördünüz fakat iyi kamufle olabilme becerileri sayesinde kendilerini sizlere etten kemikten birer canlı gibi göstermeyi başarabildiler.
Efendim düşünün ki İstiklal Caddesinde sıradan bir günde Meydan'dan Tünel'e doğru ilerliyorsunuz(Tünel'den Meydan'a doğru da olabilir ).Hava gayet güzel,fakat birden hiç beklenmedik bir şekilde hafif hafif yağmur zerrecikleri Dünyamıza düşmeye başladı.İşte siz bu düşen şeylerin sadece yağmur zerrecikleri olduğunu sanıyorsunuz fakat yanılıyorsunuz,çünkü o yağmur zerrecikleri ile beraber doğaüstü varlıklar da Dünya'mıza düşüyorlar.
Yağmurun yağması ile beraber İstiklal Caddesi'ne çıkan sokaklardan üstlerinde rengarenk plastik yağmurlukları ve ellerinde yine üstlerinde taşıdıkları yağmurluğun imal edildiği madde olan plastikten yapılma şemsiyeleri ile karşımıza çıkan varlıklar doğaüstüdür!yoksa nasıl yağmurun ilk damlasının yeryüzüne düşmesi ile birlikte etrafımızı sarabilsinler.Ayrıca üstlerinde görmüş olduğunuz şeyler yağmurluk değil,kendileri için kutsal olan plastikten yapılmış birer zırhtır.Amaçları ise plastikten yapılmış tek kullanımlık şemsiyeleri biz insanoğluna uygun fiyata satıp,dört bir yanımızı kutsal plastik ile kaplayarak güzelim dünyamızı ele geçirmektir.Hatta ve hatta zaman zaman kendi aralarında fikir ayrılığına düşmelerinden dolayı fiziksek kuvvete uzanan arbedelerin yaşandığı dahi görülmektedir.
Doğaüstü varlıklara inanmayan arkadaşlarımızı son teknoloji kayıt cihazlarımız ile,hayatımızı hiçe sayara, sadece insanlara bazı gerçekleri göstermek adına çektiğimiz bu videoyu izlemeye davet ediyorum.