4 Ekim 2016 Salı

Benim İçin Önemsiz Olan Şeyler 1: Tanrı'nın Varlığı



Toplumların üstünde hakimiyet kurup totaliter bir yapıyı empoze etmek isteyen egemen güçler ve oligarşik yapılar tarafından “değer yargısı” “ahlak kavramı” gibi özünde çok bir mantığı olmayan ama insanların korkutucu şekilde benimsediği olgularla boğuştuğumuz bir hayatımız var. Toplumun büyük kesimini etkisi altına alan bu yargıların birçoğu da benim için hiçbir anlam ifade etmemekte. İşte bu yazı dizimde (sanki milyonların takip ettiği köşe yazarı gibi yazı dizisi falan diyorum ya asdnafa) benim için anlamı olmayan şeylerden biraz bahsedeyim dedim.

İnsanın varoluşundan bu yana hep arayış içerisinde olduğu bir “tanrı” kavramından bahsedilir. Başlı başına saçma bir iddia olan bu söylemin alt metninde “evrilmedin, yaratıldın” mesajı mevcut aslına baktığınızda. Dünyadaki toplam din ve bu dinlere mensup insan sayısını tam olarak bilmek pek mümkün değil, ancak yuvarlak olarak aşağıda belirttiğim rakamlar telaffuz edilmekte.



Görmüş olduğumuz üzere ilahi dinler olarak adlandırılan Hristiyanlık, İslam ve Museviliğin tahmini rakamlara göre 4 ila 4,5 milyar arasında mensubu bulunmakta. Diğer dinlerin tanrı inançları farklılıklar göstermekle birlikte ilahi dinlerin ortak paydası olan aynı Tanrıya inanan 4,5 milyar insan. Yani bu 4,5 milyar insan evrenin ve kendilerinin bir tanrı tarafından çamurdan vs yaratıldığına inanmaktalar. Mutlaka bu büyük güruh içerisinde teorik olarak din sahibi, pratik olarak herhangi bir faaliyette bulunmayan kişiler de vardır ama amacım büyük resmi görmek olduğu için bu kitleyi istisna olarak kabul edip değerlendirmeye almıyorum.

Şimdi şöyle ki bu bütün ilahi dinler; Tanrı yoldan çıkan insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler ve kitaplar göndermiştir, bizler ona inanan insanlar olarak bu dünyada huzur içinde yaşayıp öldükten sonra tekrar dirilip içinde yer alacağımız gerçek dünyada onun cennetinden faydalanmak için onun emir ve kurallarına uymalıyız diye düşünüyor.

Temel ve basit bir düşünceyle konuyu inceleyip bu “her şeyin tanrı tarafından yaratıldığı” önermesini kabul ettiğimde zihnimde cereyan eden olaylar silsilesinin gözümün önünde nasıl canlandığını anlatacağım;

Tanrı galaksiyi yaratıyor, sonra dünya diye bir yer yaratıyor, işte kafasına göre deniz / kara dağılımını yapıyor. Sonra diyor ki “ya böyle çok heyecansız oldu az da adına hayvan denen şeylerden yaratayım” işte önce küçük böcek, tırtıl falan koyuyor bir yerlere sonra diyor ki “yok ya bunlar biraz ufak kaldı azcık da büyük şeyler yapayım” sonra başlıyor aslandı, kaplandı, balinaydı, dinozordu "Allah ne verdiyse" yaratmaya. Sonra yine boş bir anında diyor ki “yaa jurasic parka çevirdik güzelim dünyayı, ben en iyisi insan diye de bi şey yaratayım” sonra çamurdan insanı yaratıyor. Tabi bu esnada melekler falan çoktan yaratılmış durumda, insanoğlu henüz yaratılmadığı için meleklerin kafası rahat takılıyorlar kendi aralarında. Sonra bu insanoğlu yaratılınca tanrı meleklere diyor ki ”bitti kardeşim bu zamana kadarki rahatlık döneminiz, artık karşınızda görmüş olduğunuz ademe itaat edeceksiniz, yeni yaptım, çamurdan”. “haydaaaa!” diyor tabi melekler, ulan ne güzel takılıyorduk nerden çıkarttı şimdi sevgili tanrımız bu adem denen icadı. Bu serzenişi bir melek dile getiriyor, diyor ki “aga, kusura bakma ama ben bu play doh oyun hamuru gibi çamurdan yaratılmış herife itaat mitaat etmem” neyse sonrası bildiğiniz klasik tartışmalar ve Şeytanın ortaya çıkışı.

Tanrı Adem’i yaratıyor ama yaratırken bu yarattığı kompleks organizmalar bütününün ilerleyen yıllarda canının sıkılıp sıkılmayacağını öngöremiyor. Büyük ihtimalle o yıllarda henüz dünyaya gönderilmeyip cennette kendi kafasına göre takılan Adem’in canı yalnızlıktan sıkılıyor ve Tanrıyla aralarında geçen bir dost sohbeti esnasında bu şikayetini dile getiriyor, sonra tanrı da kendisinin canı sıkılmasın, hem belki ilerleyen yıllarda insanoğluna getireceğim bir update ile çoğalmalarını da sağlarım diye erkek olan Adem’in kaburgasından (ne alaka ya kaburga!) Havva denen karşı cinsi, kadını yaratıyor. O esnada cinsellik özelliği gelmiş mi gelmemiş mi bilmiyoruz ama bu iki kafadar güzel güzel takılıyorlar cennette. Cennette ortam güzel ama orasının da kendisine göre kuralları var tabi, mesela meyvesini yemenin yasak olduğu bir ağaç var. Her şeyi enfes dizayn eden ve her şeyi bilen tanrı monoton hayatına biraz heyecan katmak için olsa gerek böyle bir ağaç koyup Adem’le Havva’yı izlemeye başlıyor bakalım yiyecekler mi bu meyveden yemeyecekler mi diye. Adem’le Havva’da bir gün “nasıl olsa anlamaz” diye bu meyveden yiyorlar, siz misiniz olm cennetin kurnazı? yer mi tanrı sizin bu çakallığınızı! Tak, yakalanıyor enayiler. Küçük bir sorgu ve fırçanın ardından doğru dünyaya şutlanıyorlar.

Cennetteki rahatlık döneminin ardından dünyanın yaşama şartları zorluyor tabi biraz bizimkileri, sabit bir sıcaklık yok, yaz var kış var, mahrem yerindeki incir yaprağıyla nereye kadar. Ufak ufak şartlara uyum sağlıyorlar. Sonra ya bunlar kendi kendilerine nasıl seks yapıldığını keşfediyorlar ya da meleklerden birisi bu konuda kendilerini çaktırmadan bilgilendiriyor, sonuç itibariyle üremeye başlıyorlar. Habil, Kabil falan derken baya hızla çoğalıyorlar. Ama bu çapraz üreme noktasında ensest bir takım temaslar da oluyor, bu iğrenç mevzu hakkında tanrının bize açıklamadığı ancak onun kudretinden sual olunmayacak mantıklı bir açıklaması mutlaka vardır.

Neyse efendim, bu aile böyle ensest temalı iğrenç üreme şekilleriyle çoğalırken arada kıskançlıklar çıkar çatışmaları falan oluyor. İşte bu sebeple bazı tatsız olaylar da yaşanıyor; İlk cinayet Kabil Habil’i öldürüyor, Habil de Kabil’i öldürmüş olabilir, neyse işte cinayet işleniyor, tabi herkes üzgün.

Her şeyi bilen ve kudretine sual olunmaz tanrı dünya üzerinde artan insan popülasyonunu büyük bir mutlulukla izliyor. Ama “Nerede çokluk orada bokluk” atasözünde olduğu gibi artan insan popülasyonu beraberinde kitlesel sorunları da getiriyor. Tanrının artan bu sorunlara bir çözüm üretmesi gerekiyor ve genel prensip olarak; sapıtan, manyaklaşan, iğrençleşen ve raydan çıkan pislik insan topluluklarına peygamberler göndermek esasına dayanan harika bir çözüm üretiyor. Sonuçta kudretinden sual olunmayacak olan tanrı istese tabi ki bu sorunları kökten ortadan kaldırır ancak o zaman da her şey monotonlaşmaz mı? Neyse, buna spesifik bir örnek vermek gerekirse birazcık Lut kavminden bahsedeyim size. Ürdün – İsrail sınırında yer alan Lut Gölü etrafında yaşayan bu kavim çok acayip olaylara girişmiş, örnek vermek gerekirse; eşcinsel ve ensest ilişki de dahil olmak üzere türlü türlü ahlaksızlıklar yapıyorlarmış. Her şeyi gören ve bilen tanrı bu olaydan rahatsız olmuş. Bu tayfayı uyarmak için Lut peygamberi görevlendirmiş “git şunlarla konuş akıllarını başlarına toplasınlar, efendi gibi yaşasınlar cinsel hayatlarını” temalı bir konuşma geçmiştir aralarında diye sanıyorum. Neyse efendim Lut peygamber gidiyor bu kavimle konuşmaya görev icabı, ama kavim dinler mi Lut Mut ! Hatta bir rivayete göre Lut peygamber ve erkek kılığında Lut Peygamber’e yardımcı olması için gönderilen meleklere bile hallenmiş şerefsizler! tabi Tanrı da bunlarla mı uğraşacak, her şeyi bilir ve görür ama bu seferlik yanılmış Lut ve Meleklerin bu insanları ikna edebileceğini düşünerek! “Siz misiniz birbirinize kaymakla yetinmeyip benim gönderdiğim elçi ve meleklere de hallenen” deyip basmış laneti bunlara, helak olup gitmişler.

İşte efendim bunun gibi bütün ilahi dinlerde geçen birtakım olaylar mevcut; Nuh tufanı olsun, Musa Peygamber’in kızıl denizi ikiye yarması olsun, İsa Peygamber’in babasız doğması olsun, Muhammed Peygamber’in ayı ortadan ikiye ayırması olsun gibi gibi.

Biraz da dinlerden bahsedip, konuyu nihai hale getirmek istiyorum.

Şimdi tek tek peygamber göndererek bu sapıtmış toplumları düzeltmek tabi tanrı bile olsan seni yorar. Dolayısıyla daha organize bir hareket sergilemek gerekir diye düşünerek “Din diye bir şey yapayım ya ben en iyisi, böylece fazlaca kuluma daha kısa sürede ulaşırım” fikri aklına gelmiş olabilir.

İşte ilk din girişimi Tevrat ve Zebur’la birlikte Musa peygamber ve ardılları (davut, ibrahim, ishak vb)’yla İsrailoğulları’na gidiyor, gidiyor ki ne gidiyor. Yasaklar ve kurallar silsilesiyle maşallah, sırf ne yiyip ne yiyemeyeceğini öğrenmek için bile ciddi çalışma yapmak gerekiyor (bknz. Koşer ) peki kudretinden sual olunamayacak tanrı neden bin bir nimetle, falan filanla doldurduğu dünyasında kullarını bu kadar dar bir alana hapsetmek istemiştir ki? “Bu zamana kadar sizi rahat bıraktık bokunu çıkarttınız muhabbetin! Sapkınlık mı dersin, puta tapmak mı dersin, şirk koşmak mı dersin, yemediğiniz halt kalmadı! bitti artık o rahatlık dönemi, bundan sonra sıkıyönetim anasını satayım” diye mi düşündü acaba, neyse. İşte böyle bir dönem Musevilikle dönüyor dünya.

Sonra n’olduğunu net olarak bilmemekle birlikte Tanrı sanırım vazgeçiyor Musevilikten. Galiba “Bu Musevilik sıktı ya, az da Hristiyanlık yapayım” diyor. Meryem diye bir kadını inanılana göre cinsel temas kurmadan hamile kalmasını sağlayarak İsa Peygamber’i dünyaya getirtiyor ve “Sevgili kullarım, bu zamana kadar Musevilik çatısı altında acı tatlı günlerimiz oldu, bu zor günlerimizde Musevilik’e destek veren kullarıma teşekkür ediyorum. Heee bilmiyorum sanmayın, aranızda Musevilik’e destek vermeyip ısrarla puta tapmaya devam edenler de var, isim isim biliyorum onları. Ama şimdi burada isim telaffuz ederek ortamın neşesini bozmak istemiyor, ben onlarla öbür dünyada oynayacağım” diyor. Sözün özü, artık Musevilik devri bitti Hristiyanlık dönemi başladı” diyerek İsa Peygamber’i görevlendiriyor. İsa Peygamber çileli bir hayat sürerek yaşamı boyunca 3-5 kişiyi Hristiyan yapabiliyor, bu dinin kaymağını da kendisi değil, kendisinden sonra gelenler yiyebiliyor. Bu dinin detaylarını da incil denilen kitapta yayınlıyor.

Sonra aradan 600 küsür yıl geçiyor ve Tanrı bu sefer de diyor ki “Evet sevgili kullarım, biliyorsunuz benim kudretime her ne kadar sual olunmasa da zaman zaman benim de yanlış kararlar aldığım görülebiliyor. Mesela bu zamana kadar size gökten indirdiğim kitaplara -Değiştirilemez- özelliği koymayı atlamışım, ya hadi ben atlıyorum Cebrail, Mikail ne bileyim İsrafil falan da hiç uyarmıyor. Neyse, dolayısıyla İslam adıyla yeni bir din çıkartıyorum ve bu dinin kutsal kitabı olan Kuran’a da değiştirilememe özelliği ekliyorum, tüm kullarıma hayırlı olsun” diyerek yeni dinin müjdesini veriyor ve Muhammed Peygamber’i de artık son peygamber ilan ediyor.

Ardından da dünya tarihi; üç ilahi dinin mensuplarının, yine üç ilahi dinin de yasakladığı cinayet eylemini gerçekleştirmek suretiyle kana bulanmış bir düzene sahne oluyor. Ve bu üç din de bu eylemleri kendi mensupları yaptığında “meşru” kılıyor.

Zihnimde Tanrı’nın varlığı ve dinler tarihi diye yüzeysel bir canlandırma yaptığımda gözümün önüne böyle bir sahne geliyor. Buradaki amacım kimsenin inancına saldırmak ya da aşağılamak değil, başlıkta da dediğim gibi bu benim için önemsiz bir konu, dolayısıyla saldırı gibi bir durum da söz konusu olamaz. Bu düşüncem sebebiyle benden nefret edecek olan Tanrı inancını önemseyen bireylere de diyeceğim o ki; kudretine sual olunmayıp ol dediğinde olduran Tanrı benim böyle düşünmemden rahatsız olup aktivasyon almıyorsa, size n’oluyor kardeşim?

Sözün özün böyle fantastik bir mantık çerçevesinde açıklanamaz bir sistemdense, rastlantısal olasılık üstüne kurulu evrim teorisiyle açıklanan bir süreç bana daha mantıklı geliyor.

Umarım, “Madem evrim var ve maymundan geldik, o zaman niye hala dünyada maymunlar var” sorusunu sorarak beni cevaplaması mümkün olmayan ve yüzlerce yıllık evrim teorisini tek kalemde çürütecek bir paradigmanın içine atmazsınız.

15 Nisan 2016 Cuma

Hayatta En Hakiki Mürşit*, Referanssız Bilgidir

*Mürşit: TDK’ya göre;
İsim, Arapça, murşid
1 Doğru yolu gösteren kimse, kılavuz
2 Müritlerine tasavvufu öğreten, sırları ve gerçekleri gösteren tarikat şeyhi

Ulu önder Mustafa Kemal Paşa’nın (son günlerde nedendir bilinmez kendimiz acayip şekilde qemalist hissediyorum, bu sebeple Mustafa Kemal Paşa güzellemesi yapmak istedim) Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir sözünü zorunlu eğitim döneminiz boyunca okulların duvarlarında görmüşsünüzdür, ben de hep görüyordum. Mürşit kelimesinin ne anlamada geldiğini de 10 dk kadar önce türk dil kurumunun sitesine girmeden önce “şey” gibi bir şey sanıyordum. Yani “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” sözü benim için, “Hayatta en önemli şey ilimdir” anlamını taşıyordu. Aslında çok da bir fark yokmuş arada, ama yine de bir miktar anlam kayması mevcut. Bir de babaannemin bir komşusu vardı Mürşide Teyze, kendisi de dahil olmak üzere kimse kadının adının ne anlama geldiğini bilmiyordur sanırım. Mürşide teyzenin an itibariyle 80 yaşında falan olduğunu düşünürsek 1936lı yıllar civarında, cumhuriyetin ilk yıllarında henüz Mustafa Kemal Paşa hayattayken Mürşide Teyze’nin ailesi neden çocuklarına bu ismi koymuş ki acaba? Mürşide Teyze hala hayattaysa ve kendisini görürsem bu konuyu gündeme getireceğim, detayları da paylaşırım.

Referanslı bilgi sıkıntıdır bence, özellikle benim için. Sırf referanslı bilgiye olan tepkim yüzünden ben 5 senedir yüksek lisans tezimi bitirip de mezun olamıyorum. Nasıl sevsin bu yürek referanslı bilgiyi?

Toplumla olan sorunlarımın iç dünyamda açığa çıkıp, asosyalliğin dibine vurduğum bu son 3-5 aylık dönemde boş vakitlerimin birçoğunu youtubedaki referanssız bilgilerden oluşan videolarla doldurmaktayım. Muhtemelen %50sinin yalan yanlış bilgilerden oluştuğu ancak son derece eğlenceli bu bilgi kaynaklarından edindiğim verilere şu anda sorgusuz sualsiz inanmaktayım. Dolayısıyla bu aralar sakın benimle herhangi bir konuda tartışmaya girmeyin, çünkü fikirlerimi değiştiremezsiniz.

Cahillik değil, referanssız bilgi mutluluktur. Kafan acayip rahat oluyor ya referanssız bilgiyle dolu olduğunda, çünkü düşünceni değiştirme gibi bir derdin tasan yok, sorgusuz sualsiz inanıyorsun bu bilgiye. Referanssız bilgi sahibi birisiyle tartıştığınızı farz edin (şu anda bu kişi ben de olabilirim) sağlam kaynaklarla desteklediğiniz aksi görüşünüzü karşınızdaki referanssız bilgi insanına kabul ettirmeye çalışıyorsunuz ama referanssız bilgi insanının çürütülecek bir hipotezi olmadığından dolayı sizin anti tezlerinizi içselleştirmesi mümkün değil. En son noktada “ne alakası var ya, olur mu öyle şey” diye karşı konulması imkansız ölüm vuruşuyla tartışmaya son noktayı koyar ve konuştuğunuzla kalırsınız.

Referanssız bilgi konusunda tanıdığım en başarılı insanlardan birisi mahalledeki berberim (berber abinin ismini bilerek vermiyorum, bundan sonra kendisi bu yazıda “berber abi” olarak anılacaktır). Kendisi Makedonya göçmeni ve AKP’ye oy veriyor. Yaklaşık 30 dakika süren saç traşımın (arada saç sakal oluyorum o zaman 45 dakika falan sürüyor) en az 20 dakikası berber abinin referanssız bilgilerine maruz kalmamla geçiyor. Birkaç kez kendisine karşı koymaya çalıştım ancak ne mümkün berber abiyi ikna etmek, biraz üstelediğimde de sinirleniyor. Çok da fazla üstüne gitmedim, zira bir erkeğin hayatta en savunmasız olduğu an olan berberin traş sonrasi kafanı lavaboya sokarak saçlarını yıkadığı anda kendisinin ellerine teslimimim, o riski alamadım.

Ama geçen hafta yine kendisine traşa gitmek için evden çıktığımda “işte şimdi yaktım canını berber abi, çünkü ben de artık seni zorlayacak kadar referanssız bilgiyle doluyum” özgüvenine sahiptim. Neyse girdim dükkana sıra yok, oturdum koltuğa. Özel bir şey olmasına gerek olmaksızın berber abi yine anlamsız şekilde harika bir referanssız bilgiyle “Et yiyen insan çok güçlü olur ve asla kilo almaz” diyerek mücadeleyi başlattı, ardından da kendi amcasını örnek göstererek şu anda 75 yaşında olduğunu her gün et yediğini, bir oturuşta bir tepsi baklava yiyebileceğini ama hiç şişman olmadığını ve bileğinin de asla bükülemeyeceği savıyla “et yiyen insan çok güçlü olur ve asla kilo almaz” referanssız bilgisini dünya geneline yaydı. “Abi genetik olabilir, metabolizması hızlı çalışıyordur” dediğimde de “olur mu ya, adam yiyor işte kilo falan da almıyor, sebzeyle nereye kadar yaşanır” gibi anti tezimle alakası olmayan bir önermeyle bu konuya son noktayı koydu.

Kısa bir süre sonra yine berber abi ilk referanssız bilgisiyle alakalı olabileceğini düşündüğüm bir şekilde “güreşçileri kimse dövemez” dedi. Bu düelloyu da kabul ettim ve kendisine “iyi de abi güreş, boks, karate vs gibi müsabakalar kiloya göre yapılıyor, yani 80 kiloluk bir güreşçi 100 kiloluk bir boksörü nasıl dövsün?” dedim. Berber abiyi zorlayacağını düşündüğüm bu harika atağımı da kendisi “Ya ringde demiyorum sokakta diyorum, tamam güreşçi bir iki yumruk yer ama onu yakalayınca kemiklerini kırar. Hee imkansız ama boksör kendini yakalatmadan yumruklarıyla güreşçiyi bayıltırsa onu bilemem, ama güreşçi seni yakaladımmı kurtulman mümkün değil” dedi. Ya galiba berber abi ölümsüzlük şifresi girmiş her mücadeleden başarıyla çıkıyor derken –en iyi savunma saldırıdır- diyerek  karşı atağa geçme kararı aldım!

Berber abiyi zayıf karnından vurmak amacıyla en zayıf olduğum an olan, saçımın lavaboda yıkandığı tehlikeli süreci atlatmamın ardından, saçımı kurutma aşamasında “berber abi, insan vücudunda en önemli organ karaciğerdir” dedim. Kısa bir süre tepkisiz kalan berber abinin bu tepkisizliğinden faydalanarak bir atak daha gerçekleştirdim “abi organ nakli en zor karaciğerde oluyormuş” dedim. Tepkisizlik süresi uzayan ve bu boşluğu düşünerek geçiren berber abiye sonunda bir gol atabilmenin mutluluğunu yaşarken berber abi uzunca süren sessizliğini “olabilir ya” diyerek bozdu. Mutluydum, referanssız bilgi gurusunu kendi silahıyla avlamıştım.

Düelloda rakibini öldürdükten sonra silahının namlusundan çıkan dumana üfleyen kovboy edasıyla montumu giymemin ardından “Hayırlı işler” diyerek kapıyı çekip çıktım.

28 Mart 2016 Pazartesi

Beyaz Yakalı Yarış Atları

Orta ve Orta Üst gelir seviyesinde yer alarak özellikle İstanbul dışında yaşayan ailelerin farkında olmadan kendi ezildikleri sistemin daha da güçlü büyümesi için güdüledikleri; plaza dünyasının insanlığın temel vasıflarından mümkün olduğunca uzaklaştırarak içine aldığı, görünüm olarak beyaz ancak içinde bulunduğu maddi ve manevi koşullarla değerlendirildiğinde aslen koyu mavi yakalı olan bireyleriz hepimiz, en azından birçoğumuz.

Çok büyük bir genelleme içermesine rağmen “Sermaye bölünmek istemez” söylemi, istisnaları göz ardı edersek içinde yaşadığımız sistemin en temel kuralını oluşturuyor. Şöyle yakın çevrenizdeki zenginleri bir kenara bırakın, üst düzey yönetici olarak nitelendirilen insanlara bakın, birçoğu aynı klanın parçalarını oluşturuyorlar. Zincirleme bir süreç sanki. Zengin ve güçlü olanın çocuğu yakını ıvırı zıvırı da bu abileri ablaları gibi hızla yükseliyor, büyüyor ve zenginleşiyor. Yaşadığımız, vatandaşı olduğumuz ülkenin bu zamana kadar kimsenin itiraf edememesine rağmen hep ikinci sınıf vatandaşı olarak değerlendirilen, görünmez bir duvarla toplumsal yapıdan ayrı yaşamaya mahkûm edilen işçi sınıfının çocuklarıysa zaten ortada yoklar. İşçi sınıfının dışlandığına dair şüpheleriniz ya da itirazınız mı var? o zaman bir bakın sosyal çevrenize, var mı etrafınızda hiç işçi çocuğu? Belki birkaç istisna bulabilirsiniz. Peki, nerede bu insanların kendileri ya da çocukları? Yoklar, çünkü insanlığa dair değerlerini yitirmiş iktidarlarca toplumsa değer olarak dayatılan birtakım saçmalıkların kanıksandığı basiretsiz toplumlarca yaşayan ölüler olarak realize edilir gerçek emeğin sahibi bu insanlar.

Sınıf bilincinin oluşması mevcut sistemin en büyük korkusudur, dolayısıyla sınıf bilincinin oluşmaması için de en geçerli algı ve toplumsal dönüşüm operasyonu küçük burjuva sınıfını oluşturmaktır. Asla burjuvaların yaşadığı kast sistemine erişemeyecek olan bu küçük burjuva sınıfının günümüz koşullarında değerlendirildiğinde en temel özelliği çalıştığı şirketin senede bir yaptığı personel yemeğinde eğlenmek, yıllık izninde 10 gün yaptığı tatilin reklamını sosyal medya üstünden arkadaşlarına yapmak ya da güneşli hafta sonlarında Pazar kahvaltısı keyfisi yapmaktır, n’oldu tanıdık mı geldi bir yerlerden?

Sistemi işleten çarkların arasında ezilip, yavaş yavaş yok olurken, dünyanın gerçeklerine kapattıkları algıları sebebiyle bunu fark edemeyen küçük burjuvaların hayali “ben de x hanım/y bey gibi müdür olabileceğim” olacak olup, büyük ihtimalle olamayacağı x hanım/y bey gibi olmaya giden yollarda yaptığı her hareketi mubah sayacaktır. Yetiştiği ortam sebebiyle, ilkokuldan başlayıp bütün öğrenim hayatı boyunca bir yarış atı gibi yetiştirilen bu bireyler aslında hiçbir şey için emek harcamadıklarından dolayı gerçek emeğin ne olduğunu da bilmemeleri sebebiyle kendilerinin bir şeyleri hak ettiklerini sanacaklar. Çünkü emeğin kutsallığı, politize olamamış ebeveynleri tarafından apolitik yetiştirilmiş bu bireylere asla öğretilmemiş, başarı çok para kazanmakla ölçülebilecek bir kavram olarak yansıtılmış ve dolayısıyla yarış atı öğretisiyle hazırlandıkları sınav sürecini önlerde bitirerek doktor, avukat, yönetici falan gibi kalburüstü olarak tanımlanmış meslekleri icra edebilecek puanları alanların çok para kazanması normal, emeğiyle çalışanların da çok para kazanmalarının anormal olduğu kanıksatılmış.

Bütün bu süreci çok basit bir damıtma sisteminden geçirdiğimizde karşımıza çıkan sonuç şu ki; Bizler, sistemin üst basamaklarına çıkan kaygan zeminde debelenen küçük burjuva sınıfı olarak kalın ve yüksek duvarlarla kendilerini güvence altına almış olan gerçek burjuvaların purolarını tüttürüp, İskoçya’nın bilmem ne bölgesinden gelen binlerce dolarlık viskilerini yudumlarken izledikleri yarış atlarından pek de farklı değiliz. Bunu, bütün ilahi dinlerin temelini oluşturan zenginlerin rahatı bozulmaması için fakirlerin şükretmesi gereken öğretiyle beraber de değerlendirebilirsiniz.

Menfaat odaklı yaşayarak, devrin adamı olma özelliğini her daim fütursuzca sergileyen; gurur, haysiyet gibi kavramlardan yoksun bireylerin değer yargılarının uyuşmadığı insanları eleştirdiği temel söylemleri olan "Rakı masasında ülke kurtarmak" eylemiyle paralel bir doğrultuda içinde bulunduğum ve çıkmamın da pek mümkün olmadığı bu sistemi eleştirdim.
Çünkü yaşasın rakı masasında ülke kurtaranlar !