23 Kasım 2012 Cuma

En Zengin Afrikalılar: Kara Kıtanın Beyaz Zenginleri

"Afrika" denildiğinde Afrika'da yaşayan insanlar haricinden Dünyanın geri kalanının aklına gelen ilk kelimeler yoksulluk ve sefalet olur sanırım. Belki de bu, Afrika ile ilgili dünya gündemine taşınan haberlerin büyük kısmının açlık içinde yaşayan siyah insanların görüntülerinden oluşması ile ortaya çıkan bir izdüşümdür. Hatta öyleki bu düşünce, Afrika'da yaşayan herkesin fakir herkesin aç sanılması gibi bir yanılgı da ortaya çıkartabilmektedir.

Ama bunun tamamen yanlış bir düşünce olduğu, Afrika'da herkesin aç olmadığı gibi bir gerçek var.

En Zengin 9 Afrikalı
1 - Güney Afrika - Nicky Oppenheimer - 6,4 Milyar $
2 - Güney Afrika - Johann Rupert - 5,7 Milyar $
3 - Mısır - Nasif Saviris - 5,5 Milyar $
4 - Nijerya - Mike Adenuga - 4,6 Milyar $
5 - Güney Afrika - Chirstoffel Wiese - 3,7 Milyar $
6 - Fas - Osman Benjelloun - 2,75 Milyar $
7 - Güney Afrika - Patrice Motsepe - 2,65 Milyar $
8 - Mısır - Necip Saviris - 2,5 Milyar $
9 - Mısır - Muhammed Mansur - 2,2 Milyar $

İşte yukarıdaki numaralandırılmış Afrika'nın en zengin insanları bunun bir ispatı! 

Baktığımızda, yaklaşık 54 ülkenin bulunduğu Afrika'da pastadaki aslan payını ortak özellikleri tarih boyunca İngilizler ile flört halinde olmaları olan Güney Afrika ve Mısır'ın beyaz insanlarının aldığını görüyoruz.

Ne sanmıştınız ? Afrika'nın en zenginleri denildiğinde ortaya çıkan tablodaki insanların ten renginin açlıktan ölmek üzere olan insanların ten rengi olan siyah ile aynı olacağını mı ?

Demek ki Afrika'da gerçekten herkes aç değilmiş !





14 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Futbolcudan Fazlası: Robbie Fowler

Sanat, bilim, iş dünyası ve spor dünyasında bulunup sadece bulunduğu alanda adından söz ettiren büyük çoğunluktaki insanların yanı sıra bu alanlarında herhangi birisinde yer alarak adını dünyaya asıl faaliyet alanının yanı sıra diğer sıradışı ve takdir edilesi hareketleri ile de duyuran küçük bir topluluk da vardır.
Sağlam bir West Ham United taraftarı olarak bu saygı değer insanların içerinde bir Liverpool efsanesi olan Robbie Fowler'ı da görmekteyim.


Yukarıdaki görselde Fowler'ın kısaca özgeçmişi ve futbol hayatındaki başarıları gösterilmekte. Ama benim Fowler ile ilgili asıl bahsetmek istediklerim futbolculuğu ile ilgili başarıları değil, futbol hayatı boyunca gösterdiği insanlığı ile ilgili hareketleri.



1995 - 1998 yılları arasında Liverpool liman işçilerinin işten kovulması ve ardısıra gelen grevlerin yaşandığı zaman diliminde bir  "Scouse" olarak Fowler, şehrinin emekçi insanlarına desteğini 1997 yılında attığı bir golün ardından altındaki t-shirtü göstererek vermiş ve ardından Uefa'dan 2000 isviçre frankı ceza almıştır. 2000 Frank belki Fowler için çok küçük bir bedeldi, ama göstermiş olduğu bu duyarlı hareket milyonlarca doların konuşulduğu endüstriyel futbolun kendisini köleleştirmediğinin kanıtıydı.

Fowler bu hareketinin yanı sıra futbol hayatı boyunca; Hakemin lehine ama yanlış verdiği penaltıya itiraz etmesi hatta bu penaltıyı bilerek kaçırması, ırkçılığa karşı duruşları ile de başta Liverpool taraftarı olmak üzere milyonlarca futbolseverin kalbini kazanmış, Kop tayfası tarafından "God" olarak çağrılmasını sağlamıştır.


Bir de Fowler'ın kendisinden nefret eden Everton taraftarları ve bir grup basın tarafından çıkartılan kokain kullandığı yönündeki iddialara gol attıktan sonra sevincini yukarıdaki görseldeki gibi kutlayarak verdiği efsane bir cevabı vardır ki, iki kat daha fazla sevdirir "God" ı.


Son olarak da Fowler'ın cesaretinin kanıtı olarak bu görseli göstermek istedim. Bırakın Premier Ligi, dünyanın en hırçın ve korkulan futbolcularından olan Keane reise gider yapmak her baba yiğidin harcı değildir. (Tam olarak ağzı dolu dolu scouse accent i ile "Fuck" der gibi )

Ama aradan yıllar geçmiş olsa bile Keane reis seni tenhada yakalarsa inan God falan demez yamultur Fowler'cığım söyleyeyim.











9 Kasım 2012 Cuma

Atların Kıçı Biraz Daha Geniş Olsaydı, İnsanlık İçin Her şey Çok Daha Farklı Olabilirdi.

Günlük yaşantımızın seyri sırasında onlarca kez kullandığımız ve dikkatimizi çekmediği için merak da uyandırmayan, bütün dünyada standart kabul edilmiş; araba lastiğinin çapı, A4 kağıdının boyutu vb gibi binlerce standardize edilmiş ölçü bulunmaktadır.


Bu ölçüler ile ilgili genelde insanların birbirine "Neden bütün x'lerin çapı y kadar" benzeri sorular yönelttiğinde aldıkları cevap genelde "öyle işte" cümlesi kadar aydınlatıcı olmaktadır. İşte şimdi bu standartlardan birinin nasıl oluştuğuna dair "öyle işte" dışında bir cevap vereceğim.
15. yy dan bir at arabası örneği


Tren raylarının arasındaki mesafe 4 feet ve 8,5 inch yani 143,5 cm imiş. Bu mesafe Haydarpaşa istasyonundaki raylarda da aynı, Londra Victoria istasyonundaki raylarda da Los Angeles'ta ki Union istasyonunda ki raylarda da, dünyanın heryerinde bu mesafe aynı. Peki bu mesafe neden 4 feet yada 5 feet gibi yuvarlak bir rakam olmamış ve bütün dünyada 4 feet 8,5 inch gibi küsüratlı bir rakam ile standardize edilmiştir ?

Newcastle Tren İstasyonu. Evet, bu rayların ölçüsünü işte o ilkel at arabaları belirlemiş.
Efendim, vakti zamanında (bu vakti zaman 1700lerin sonu 1800lerin başı) endüstri devrimi rüzgarlarının esmesi ile birlikte insanoğlu o zamana kadar kullandığı at arabalarından ziyade, daha güçlü ve ekonomik bir ulaşım aracı ihtiyacı hissetmiş ve bunu raylı sistemi kullanan trenler olması gerektiğini düşünmüştür. Raylı sistemler İngiltere'de kurulmaya başlandığında lojistik destek at arabaları ile sağlanmıştır. Ve bu raylı sistem kurulurken at arabalarının genellikle 2 at tarafından çekilmesi sebebi ile, iki at arası ortalama genişlik olan at arabalarının tekerlek genişliği referans alınmıştır. Evet rayların genişliğini belirleyen kriter atların kıç genişliği mesafesi olmuştur. Raylı sistem dünyaya yayılırken de bu 143,5 cm lik mesafe korunarak tüneller, köprüler ve yollar bu mesafe baz alınarak inşaa edilmiş.

Gel gelelim zaman ilerlemiş Amerika'lılar uzay ile ilgili çalışmalar yapmaya başlamış. Uzaya gönderilecek araçların yakıt tanklarının imalatı Utah'ta yapılarak trenler yardımı ile Florida'da ki uzay üssüne sevk edilmekteymiş. Bu tankları yapan mühendisler aslında tankların genişliği hakkında çok daha farklı projeler üretmiş olsalar bile atların kıç genişliği sebebi ile 143,5 cm kabul edilen tren raylarına uygun üretimler gerçekleştirmek zorunda kalmışlar.

Yani ortaçağdan gelen at arabası kültürü, uzay çağındaki roketlerin yapımında en etken rolü oynamış.

Belki de atların kıçları biraz daha geniş olsaydı, insanoğlu için her şey çok daha farklı olabilirdi.

İllham kaynağı için Bknz: Paulo Coelho, Zahir, Can Yayınları. 140'lı sayfalarda falan bir yer.
Bu arada kitap da tavsiye edilir, okuyun yani.






7 Kasım 2012 Çarşamba

2012 Amerika Başkanlık Seçimleri: Eşeklerin Zaferi !

Bir süredir Dünya gündemini etkileyen yegane konu doğal olarak Amerika Birleşik Devletleri Başkanının kim olacağı, daha doğrusu Dünyanın kontrolünün kimin eline geçeceğini belirleyecek olan başkanlık seçimiydi.
Şahsi kanaatimce seçim yarışına giren Cumhuriyetçiler ile Demokratların dış politikası arasında keskin farklar olmamak ile birlikte, asıl seçmeni etkileyen konu Romney ve Obama'nın ülke içi politikalarındaki söylemler oldu.
Her ülkede olduğu gibi Amerika'da da siyasi partilerin güçlü olduğu bölgeler belliydi, seçimin sonunda ise ipi göğüsleyecek adayı kritik eyaletler belirleyecekti. Obama 7 kritik eyaletten 4 ünü ve diğer eyaletlerden farklı bir statüye sahip Washington D.C. yi alarak yarışı önce bitirmeyi garantiledi. Ve Ohio yine seçimin sonucuna ayna tutan eyalet oldu.
2000'den 2012'ye kadar gerçekleşen son 4 Amerika başkanlık seçimlerindeki harita üzerindeki dağılıma baktım, renkler bölgesel tutumların her coğrafyada nispeten standart olduğunu kanıtlarcasına benzerlik göstermekte.
2000


2004


2008

2012
Genel olarak haritalardaki oy dağılımlarına da baktığımızda Amerika'da olsa aslında değişen pek bir şey olmuyor. Sahil kesimleri "social" lara, iç kesimler ise oylarını ufak farklılıklar dışında "conservative" lere veriyor.


Her ne kadar kim başkan seçilirse seçilsin Amerika'nın dış politikasını çok fazla etkilemeyeceğini düşünsem de, peşin satan esnaf edası ile buram buram liberalizm kokan Romney yerine, güleryüzlü ve sempatik tavırları ile yalancıktan da olsa kalbimizi fetheden kavruk tenli Obama'yı başkan koltuğunda görmek beni çok daha fazla mutlu etti.

 Seçim sonucunda seçmenlerine aşağıdaki gibi samimi bir açıklama yapıp, ilk ismi ile imzalayan bir başkan nasıl sevilmez ?


5 Kasım 2012 Pazartesi

Remember Remember The Fifth Of November

V for Vandetta filmini izleyen insanların bir çoğunun dikkatini çeken repliktir maskeli anarşist abinin söylediği "remember remember the fifth of november". Belki filmi izleyen bir kısım insan bu maskeli abinin aslında kim olduğu ve "remember remember the fifth of november" repliğinin ne anlama geldiğini araştımıştır. Filmi izleyip araştırmayan ya da bu konu hakkında pek bilgisi olmayanlar için, İngiliz Kültürüne duyduğum merakın da etkisi ile yapmış olabileceğim araştırmanın sonucunu burada yazmak istedim.

5th of November olayının 500 seneden fazla bir zamandır sürekli dünya gündeminde olması, bir çok distopik romana esin kaynağı oluşturması (1984 ve Fahrenheit 451 bu örneklerdendir) konunun kendisinden ziyade öncüllerinden daha farklı olan ve ardıllarını da etkileyen dünya tarihinin en önemli anarşik eylem girişimi olmasıdır kanımca.

Barut komplosu (Gunpowder plot) denildiğinde genelde karakterize edilen kişinin Guy Fawkes olması sebebi ile olayın liderinin kendisi olduğu sanılır, ama asıl gunpowder olayını organize eden ve süreci kontrol eden kişi Robert Catesby'dir.

Guy Fawkes ve Robert Catesby
Robert Catesby tahminlere göre 1572 yılında, soylu (babasının adının Sir William Catesby olmasından soylu olduğunu anlıyoruz) katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Catesbury hakkındaki başka bir ilginç bilgi ise Oxford Üniversitesinde eğitim görürken, kraliçeye bağlılık yemini olan "Oath of Supremacy" i etmediği için üniversiteden mezun olamadan ayrılmış olmasıdır.

Robert Catesby'nin amacı, kendisi gibi katolik olanlar ile birlikte İngiltere'de bir devrim yaparak kraliyet yönetimi devirmekti. Bunun için ilk girişimi 1601 de "Essex Rebellion" olarak anılan isyan ile gerçekleştirmeye çalışmış ancak isyanın başarısızlık ile sonuçlanmasının ardından yakalanarak ciddi bir para cezasına çarptırılmıştır.

James I of England
1603 yılında İngiltere Kraliyet tahtına Kral James'in geçmesi ile birlikte (kimi kaynaklarda James'in de katolik olduğu yazılır ama ben genellikle protestan olduğuna dair notlar yakaladım) ülke genelinde katoliklerin üstündeki baskı artmıştır. bu sebeple Catesby kökten bir çözüm bulma arayışlarına girmiştir.

Gunpowder Plot Çetesi
Catesby'nin monarşik düzeni yıkmak için kurmuş olduğu plan; Kral ve devletin önde gelenlerinin parlemento binasında bulunduğu bir vakit daha önceden binanın içine gizlemiş olduğu barut dolu fıçıları patlatarak devlet erkanını yok edip, oluşan kargaşa ortamında katolik bir kralı tahta çıkartmaktı. Bu planı gerçekleştirmek için de John Wrigt, Thomas Wintour, Thomas Percy ve esas oğlanımız olan Guy Fawkes'i örgütlemişti.

Fawkes'in esaret sırasındaki bir görseli
Guy Fawkes1570 yılında York şehrinde doğmuş Katolik bir İngiliz askeriydi (Gerçi katolikliği 1593 yılında kabul ettiği de rivayet edilmektedir.) Katolikliği kabul ettiği yıllarda İspanya'nın Hollanda'da bulunan birliklerine katılmış ve burada yaşanan savaşlarda gösterdiği askeri başarısı ile ön plana çıkmıştır. Hollanda'dan 1604'de İngiltere'ye geri dönen Fawkes bu süreçte Catesby ile tanışmıştır.

Guy Fawkes'ı ben Gunpowder Plot olayındaki cesareti ve gözükaralığı sebebi ile bir miktar Türk tarihinde yer alan İttihat ve Terraki'nin tetikçisi Yakub Cemil'e benzetmekteyim.

Artık Catesby'nin kurmuş olduğu planı gerçekleştirmenin zamanı gelmiştir! 4 Kasım gecesi Fawkes daha önceden Parlemento binasındaki kritik bölgelere yerleştirdiği barut fıçıları ile birlikte binadaki yerini alır. Zaman geldiğinde fıçıları ateşleyecek, bina ve binadakiler ile birlikte kendisi de havaya uçacaktır. Yani Fawkes her türlü ölümü göze almıştır.

Ancak planda beklenmeyen bir gelişme olur. Eylemi gerçekleştirecek grup içerisinde yer alan bir kişi (Bu kişinin ismini aramama rağmen bulamadım) parlementoda yer alan bir tanıdığına 5 Kasım günü saraydan uzak durmasını kötü şeyler olacağını söyler. Bunun üzerine Fawkes fıçılar ile birlikte parlemento binasının bodrumunda yakalanır.

Büyük işkencelere maruz kalan Fawkes'ın ekipte yer alan diğer arkadaşlarının da isimlerini bu işkencelerin ardından söylediği iddia edilmektedir. İşkencelerin sonunda Fawkes asılarak idam edilmesinin ardından cesedi 4 parçaya ayrılarak şehrin farklı bölgelerinde sergilenir.

Günümüzde 5 Kasım İngiltere'de komplonun başarısız sonuçlanması sebebi ile "Bonfire Night", "Guy Fawkes Day" gibi isimler ile bir şenlik içerisinde kutlanır. 5th of November artık siyası anlamını yitirmiş olup tamamen eğlence içerikli bir gün olmuştur.

Ama yine de;

Remember Remember The Fifth Of November !











9 Ekim 2012 Salı

Sabotaj

Türk toplumunun tarih sahnesine çıktığı nokta olan Ural Altay Dağ'ları arasındaki konar göçer toplum yapısından vazgeçip, yeni coğrafyalara yol alması ile birliktedir belki de Türkçe'ye sanki Türkçeymiş gibi kullanılacak şekilde giren yabancı kelimelerin etkisi.


İslamiyet'in kabul edilmesi ile Arapça, Anadolu'ya yerleşilmesi ile de Farsça kelimeler günlük kullanılan kelime dağarcığında ciddi yerler işgal etmiştir. Osmanlı'nın son dönemlerinde tanzimat gibi devletin yüzünü artık Avrupa'ya çevirmesi ile de özellikle Fransız dilinin etkisinde kalan anadil, Cumhuriyet'in ilanı ve İngilizce'nin artık bir Dünya dili olması ile kümüle olarak ilerleyen yabancı kelimelere İngilizce'yi de eklemiştir. Bu süreç haritasının arasında bir yere 1960'lar ile birlikte Almanya'ya giden gurbetçilerimizin getirdiği ufak çaplı Almanca etkisini de ekleyebiliriz.

Artık sınırların kalkmaya başladığı, küreselleşmenin vahşi yüzünü göstermeden tatlı tatlı pazarlandığı bu dönemde, her dil kendisinden olmayan başka kelimeleri de içinde bulundurmak durumunda kalmıştır.

Şimdi asıl değinmek istediğim konuya gelebilirim.

Tarih sahnesinde Dünya'yı en çok etkileyen olay hangisi olmuştur ? sorusunu bana yöneltseniz; Ne milli duygular ile İstanbul'un Fethi derim, ne de özgürlük akımlarına ortam sağlaması sebebi ile Fransız İhtilali. Bana göre Dünya'yı geçmişten geleceğe en derinden ve dönüşü mümkün olmayacak şekilde etkileyen olay Endüstri Devrimi'dir.



18 yy ' ın ardından etkisini küçüklü büyüklü her alanda gördüğümüz Endüstri Devrimi'nin dilimize yabancı bir kelimeden giren ve farketmediğimiz binlerce alandaki etkileri gibi etkilerinden birisinden bahsedeceğim.

Endüstri Devrimi ile ortaya çıkan üretim tarzında değişimler, çalışma saatlerinin ağırlaşması ve artması, kadın ve  çocuk işçilerin işgücüne katılımı gibi etkiler ile birlikte işçilerde "Makineler yerimizi alacak" endişesi ortaya çıkartmış ve makineleri birer düşman olarak görmelerine sebep olmuştur. Makinelerin işlerini ellerinden alacağını düşünen Fransız işçiler bu tehlikeye önlem olarak düşman makineleri savaş meydanı olan fabrikalarda yok edebilmek için kimseye belli etmeden ayaklarındaki sabot* ları makinelerin çarkları arasına sokarak bozulmasını sağlamaya başlamışlardır. Bu taktiğin giderek yaygınlaşması ile fark edilmesinin ardından önlem olarak ölümlere giden cezalar verilmiştir.

*Sabot Fransızca, tahtadan yapılmış terliğimsi ayakkabı.

Eğer ki siz "Yok kardeşim ben her şeyin Türkçe'sini kullanmak isterim " diyenlerdenseniz size önerim; Sabotaj kelimesini Takunyalamak ile ikame edebilirsiniz.




8 Ekim 2012 Pazartesi

6 Sıradışı Yöntem İle Ekonomi Analizi Nasıl Yapılır.

1- Çöp Indeksi



Ekonomist Michael McDonough* tarafından ortaya atılan bu teori gayri safi yurtiçi hasıla ile çöp artışı arasındaki ilişkiden bahsetmektedir. Teorinin temel mantığı; insanların daha fazla ürün satın almasının beraberinde daha da fazla iş artışı getireceği temeline dayanır. Bu basit ikili ilişkiden yola çıkarak da ürünlerin kullanımının ardından ortaya çıkan çöplerin miktarının azalmasının kötüye giden bir ekonominin işaretçisi olduğundan bahsetmektedir.

* Çeviri dışı bana ait sahih bir bilgi! “Mc” eki İskoçlarda “oğlu” anlamında kullanılan bir ön ektir. Donough’un oğlu Michael gibi bir şey.


2- Ruj Indeksi




İlk olarak Estee Lauder isimli kozmetik firmasının patronu Leonard Lauder tarafından ortaya atılmış bir teoridir. Lauder’in ortaya attığı düşünceye göre ekonominin belalı bir durumu olduğu anlarda, ruj satışları artmaktadır. İddialara göre kadınlar görece daha az masraflı olan kozmetik ürünlerini, daha pahalı olan elbise, ayakkabı gibi ürünler ile ikame edebilmektedirler. Fakat  son olarak ortaya çıkan kanıtlar kozmetik üreticilerinin ekonominin kötü durumunda olup olmadığına bakmaksızın kara geçme niyetinde olduklarını göstermektedir.

3- Erkek Donu Indeksi



Amerikan Merkez Bankası eski başkanı Alan Greenspan tarafından yakinen takip edilen bir ekonomik teoridir. Teoriye göre ekonominin değişken ve oynak olduğu dönemlerde erkekler iç çamaşırı alımı eylemlerini ertelemektedirler.  Madalyonun diğer tarafına bakıldığında; Erkek iç çamaşırı satışlarının artması ise, ekonominin yakın bir zamanda toplarlanacağının göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

4- Hamburger Indeksi



Farklı bir ülkenin ekonomisi anlaşılmak istendiğinde sanırım Mc Donalds’dan daha iyi bir gösterge olamaz. 80’lerin ortalarında çıkan Big Mac Indeksi, ortalama bir işçinin bir adet Big Mac satın alabilmek için kaç saat çalışması gerektiği parametresi ile ölçülebilmektedir.

5- Etek Boyu Indeksi




Ekonomist George Taylor tarafından 1926’da ortaya atılan Etek Boyu Indeksi temel olarak ekoninin iyi olduğu dönemlerde etek boyunun kısaldığı görüşünü savunmaktadır. Diğer taraftan bakıldığında da etek boylarının uzaması ekonominin aşağıya doğru giden bir eğilimde olduğunu göstermektedir. Diğer sıradışı ekonomik teorilerin aksine etek boyu indeksi tarihsel seyir boyunca da incelendiğinde genel olarak doğruluğunu net şekilde göstermektedir.

6- Gökdelen Indeksi




90’ların sonunda yaygınlaşan bu teoriye göre “Dünya’nın en büyük binası” sloganlarının yaygınlaşmasının, ekonominin kötüye gideceği bir dönemin eli kulağında olduğunun habercisi olarak nitelendirilmektedir. Bu teorinin tarihsel süreçte birkaç kanıtını görmek istersek de en spesifik örnek olarak Amerika’da başlayıp Dünya’yı kasıp kavuran büyük buhran ile o zamanlar “Dünya’nın en büyük binası” sloganı ile efsaneleşen Empire States binasının yapımının aynı tarihe denk gelmesini gösterebiliriz.


Not: Çeviriler ve yorumlar günahıyla sevabıyla bana aittir. "Ne inanacağım be sana" dersen buradan alıntı yaptığım sayfaya ulaşıp kendin çevirebilir ya da ufak ufak uzayabilirsin.


30 Ağustos 2012 Perşembe

Birisi Efsane mi dedi ?

Kendi kendime futbola dair konular ile ilgili blog yazmama gibi bir karar, aslında karar değil de düşünce içerisine girmiştim. Ancak internette anlamsızca harcadığım zaman dilimlerinde tesadüfen karşılaşmış olduğum bir fotoğraf bu düşüncemi geçersiz kıldı.

Hani hep kıyaslanan bir Hagi mi ? Alex mi ? mücadelesi vardır ya, bir de bu son günlerde yaşanan Aykut Kocaman Alex çekişmesi. İşte o görmüş olduğum fotoğraf ve Aykut Alex çekişmesinin Hagi Alex kıyası ile harmanlanması bu yazıyı yazma hissi uyandırdı içimde.

Hiç kariyer, başarı vs muhabbetlerine girmeyeceğim çünkü bu konuların galibi ortada. Bahsetmek istediğim konu şu; Hagi Galatasaray'da futbolu bıraktığında 36 yaşındaydı ve 1996'dan beri ne taraftar, ne yönetim ne de Fatih Hoca tarafından bir kere bile takıma zarar verdiği, futbolu olumsuz etkilediği gibi bir sebep ile gündeme gelmedi. Alex ise an itibari ile 35 yaşında ve muhtemelen bu sezon Fenerbahçe'de ki son sezonu olacak. Alex iki senedir hem taraftar, hem yönetim hem de Aykut tarafından eleştiriliyor, yargılanıyor ve sorgulanıyor. Biz Hagi'yi bir gün bile sorgulamaz ve iki kere yaşadığı başarısız teknik direktörlük macerasına rağmen adını duyduğumuzda gözlerimizden yaş gelip, kalplerimiz yerinden çıkarcası duygulara anarken daha neyin başarısı, sevgisi, aşkından bahsediyorsunuz ?

Gelelim fotoğrafa;

İlgili foto Helsinki'de bir festivalde çekilmiş. Pembe şapkalı küçük kızı gördünüz değil mi ? Hani arkasında 10 Hagi yazan. O forma Hagi'nin 1986 - 1990 yılları arasında giydiği Steau Bükreş forması, yani en az 22 sene önce giydiği forma.

İşte, efsane böyle olunur.

Yıl 2012 Steaua'lı Hagi Formalı Minik Kız

Yıl 1989 George Hagi

Fotoğraf kaynağı için flyingdutchman'e sonsuz teşekkürler :)

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Kim Sizin İçin Dans Eder ?



Tarih sahnesinde spor, müzik, siyaset ve sanat dallarında ortaya çıkan ve milyonlarca insan için efsane olmuş kahramanlar mevcuttur. Bu efsaneler içerisinde benim için en büyüklerden birisi Muhammed Ali'dir.

Kimileri için efsane olmanın gerekçesi sadece icraa ettiği alanda mükemelliğe yanaşmak iken benim için efsane olmanın kriteri alanında mükemmelliği yakalamak ile birlikte otoriteden ziyade insanlar için çaba göstermektir. Muhammed Ali işte bunu başaran yegane efsanelerden belki de en büyüğüdür.

Spor hayatı boyunca gerek rakiplerine karşı gösterdiği agresif ve ukala tavrının arkasından hepsini haklı çıkartması, gerekse Amerikan Hükümet'inin politikalarına karşı dik duruşu bunun en güzel gerekçesidir. Ali,Vietnam  Savaşın'a katılmayı reddetmesinin ardından Amerika'da ciddi bir kesim tarafından eleştiri oklarının üstüne yöneltimesine en güzel cevabı, savaşın bitmesinine yakın George Foreman ile yaptığı maçta kendisi gibi efsane olan hocası Drew Bundini Brown'ın konuşmasının ardından ringde vermiştir.

Hocası Bundini maçtan önce Ali'ye spor tarihinin en güzel konuşması olan;

“Danset şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için danset.. Çocuklar için salla yumruklarını.. Kiralarını ödeyemeyen işsizler için danset, şu alçağın işini bitir.. Meyhanelerdeki ayyaşlar için danset şampiyon, kanserden geberen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkümlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için.. Danset şampiyon, savaş onlar için! Bu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin.. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için.. Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için.. Bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için, danset şampiyon, savaş onlar için.. Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için.. Savaş onlar için şampiyon! Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin! Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi.. Sokaktaki insanlar kurtardı seni.. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi yavrum işini bitir şu aşağılık herifin.. Bu ring ikinize fazla, hadi bitir işini, suratını paramparça et.. Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına! Hadi yavrum salla yumruklarını, Muhammed Ali'yi hiçkimse yenemez, hiçkimse.. Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil. Danset şampiyon, hadi oğlum, danset !!!

Sözleri ile haykırmıştır. Ve Ali o maçta otorite sahipleri için değil, sokaklar için dans edip yumruklarını sallamıştır.

Belki Muhammed Ali ringe çıktığı rakiplerinin hiçbirisi kadar iri cüsseli bir adam değildi, fakat rakiplerinin hiçbirisi de Ali kadar büyük bir yüreğe sahip değildi!

Ali efsane oldu, çünkü hep sokaklar için dans etti !

*Bundini'nin sözlerinin orjinal versiyonuna ve ayrıntısı için tıklayınız




6 Ağustos 2012 Pazartesi

Fark Yaratan Bir İnsan: Dick Fosbury

Devam eden Londra 2012 oyunları sebebi ile şahsi gündemimi genel olarak Olimpiyatlar oluşturmakta. Bu sebeple oyunları izlerken hatırladığım ve birazcık da araştırdığım atletizm tarihine damgasını vurmuş olimpik bir kahramandan bahsetmek istedim.


Her konuda "Fark yaratan insan" olmanın önemi vurgulanır ya, belki de Fosbury bunun en güzel örneğidir.

1968 Meksika oyunlarına kadar yüksek atlama kategorisinde sporcuların hemen hemen hepsi bu görseldeki stilde atlayarak çıtayı en yüksekte geçmeyi hedeflemekteydiler.


Ta ki Fosbury sahneye çıkana kadar.
Yüksek atlamada o ana kadar elle tutulur herhangi bir başarısı olmayan, hatta yüksek atlamaya da denemiş olduğu diğer spor dallarındaki başarısızlığı sebebi ile geçiş yapan hatta ve hatta bir söylentiye göre oyunlar öncesi bir arkadaşlarının karavanında biraz takılmaları! sebebi ile açılış seromonisine de geç kalan Fosbury'e yarışmak için sıra geldiğinde 80000 kişilik olimpiyat stadyumunun ağzı açık kalacaktı.

Bu zamana kadar hiç denenmemiş bir stil ile (daha sonra Fosbury Flop olarak anılacak olan) atlayışını gerçekleştiren Fosbury, herkesin şaşkın bakışları arasında 2.24 mt yüksekliğindeki çıtayı devirmeden atlayışını gerçekleştirecek ve altın madalyaya uzanacaktı.



Fosbury'den önce
Forbury'den sonra



Fosbury 1968 oyunlarının ardından olimpiyatlara bir daha katılmadı. Ama 1972'de 40 atletin 28'i, 1980'de ise 16 finalistin 13'ü bu stili kullandı. Ve 1972'den sonra Fosbury Flop tekniğini kullanmayan hiçbir yüksek atlamacı madalya kazanamadı.



3 Ağustos 2012 Cuma

2020 İstanbul Olimpiyatları

1896 yılında Atina'da ilk defa organize edilmesinin ardından belki de Dünya'nın en prestijli organizasyonu Yaz Olimpiyatları olmuştur.

Dünya kupası, Akademi ödülleri vs gibi başka çok büyük organizasyonlar gerçekleştiriliyor olsa dahi, bunlar genellikle katılım ve takip açısından belli başlı ülkelerin hegomonyası altında olduğundan ve başarı kriterinin yayılmayıp tek bir sonuç altında toplanmış olması sebebi ile pek adilane yarışın sergilenmediği başarı mücadeleleri olmuştur. Fakat olimpiyatlar ise antik kültürün etkisi ile gelişen bir süreç olup, başka bir organizasyonda başarı elde etmesi mümkün olmayan, haritada yerini dahi bilmediğimiz bir ülkenin de başarıya ulaşması açısından nispeten daha adilane mücadelenin sergilendiği kategorilerin organizasyonu olma becerisini gösterebilmiştir.

Olimpiyatlar hakkındaki genel görüşüm bu bilgileri içerirken şimdi asıl bahsetmek istediğim konuya, Türkiye'nin 2020 olimpiyatlarına adaylığını koymasına geleyim.

2000 Olimpiyatlarından bu yana düzenlenen her organizasyona ısrarla aday olan bir ülkeyiz. AB adaylığı gibi uluslararası platformlarda adaylığımızı ısrarla sürdürmek açısından süper bir başarıya sahip olsak dahi, bu adaylığı gerçeğe dönüştürmekte ise bir o kadar süper başarısızız.

Bu Zamana Kadar Olimpiyatlara Ev Sahipliği Yapan Ülkeler


Şimdi sırayla adaylığı kaybettiğimiz ülkelere bakalım; 2000- Sidney, 2004- Atina, 2008- Çin, 2012- Londra (Aday olmadık) ve 2016- Rio de Janerio. Objektif düşündüğümüzde rakiplerimizin hepsi bizden olimpik anlamda kat kat daha üstün ülke ve kültürler.

Oturdum üşenmedim, ilk madalyayı kazandığımız 1936 Berlin Olimpiyatları'ndan bu yana hangi kategorilerde hangi madalyaları kazandığımızı çıkarttım.

Copy Paste değil, alın teri.
Görüyoruz ki 39 adet olimpiyat kategorisinden sadece 6 tanesinde madalya elde edebilmişiz. Bu kazandığımız madalyaların ise %71 i Güreş kategorisinden kazanılan madalyalar.

Başbakan tarafından 2020 adaylığımız "Bugün ülkemiz ve insanımız için son derece önemli gördüğümüz 2020 Olimpiyat Oyunları adaylığımızı buradan bütün dünyaya ilan etmek üzere bir araya geldik. Heyecanlıyız, çünkü bu defa hedefe ulaşacağımıza samimiyetle inanıyoruz. Türkiye özünde bir olimpiyat ülkesidir. Meşale bu ülkeye çok yakışacaktır." demeci ile açıklanmıştı.

Şimdi birazcık samimi bir dille yorumda bulunmak istiyorum. Ahh be güzelim sen bu ülkeyi ne sanıyorsun Allah aşkına ? Neredeyse güreşten başka hiç bir kategoride yokuz olimpiyatlarda, zaten son yıllarda güreşçi bile yetiştiremiyoruz! sen ne yiyorsun ne içiyorsun o oksijeni bedeninde nasıl bir reaksiyona sokuyorsun da Türkiye'yi Olimpiyat ülkesi sanabiliyorsun ? 
Heee pardon, yoksa Türkçe Olimpiyatlarını yaptın falan diye mi olimpiyat ülkesi olduk, bak bu hiç aklıma gelmemişti, alem adamsın vallahi.

Ve diyeceğim o ki bu zamana kadar olimpiyatlara ev sahipliği yapan ülkelerin hepsinin olimpik anlamda başarılı ülkeler olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu kadar başarısız bir olimpiyat ülkesi olarak (2012 de henüz madalyamız yok lann!) 2020 olimpiyatlarını bize Nahhh verirler.

P.S. eğer ki alırsak da fena göt olurum :)











25 Haziran 2012 Pazartesi

Burnunu Sildikten Sonra Peçeteye Bakan İnsan Samimiyeti


Kendimce insanların samimiyetini anlamak için oluşturmuş olduğum bir takım tespitler vardır, bunlardan en önemlisi de "Burnunu sildikten sonra peçeteye bakan insan samimiyetidir"

Burun silme hareketi kanaatimce kişinin karakteri açısından bir çok ipucunu içerisinde barındırmaktadır. Mesela şakır şakır burnu akarken peçeteyi iki elinin parmakları ile tutup minik, narin ve oval hareketler ile burnunun etrafında gezdiren bir insan asla bana samimi gelmez. Çünkü o an seni aşırı derecede rahatsız eden bir durum söz konusudur ve bu rahatsızlık veren durumdan ivedi şekilde kurtulman gerekir. Seni mutluluğa ve huzura ulaştıracak bu hareket ise ancak ve ancak cesurca "Hrankk" sesi eşliğinde yapacağın burun tahliye manevrasıdır. Bunun dışında yapılan kibar burun silme hareketi sadece huzursuzluğuna huzursuzluk katacaktır.

Aynı zamanda burun silme alışkanlığı yetişmiş olduğunuz kültürü de yansıtır. Mesela bir Avrupalı korkusuzca burnunu silerken, Türk insanı belki de ergen dönemlerindeki bastırılmış duygularının esiri olması sebebi ile bu cesareti topluluk içerisinde pek gösteremez, gösterene de "Yuh", "Ohaaa amk", "Hayvan oğlu hayvan" dercesine bakışlarla kınar.

Bu özelliğimizle birlikte burnumuzu sildikten sonra hep yapmak istediğimiz ama yine üzerimizdeki mahalle baskısı sebebi ile yapamadığımız, burun silme operasyonunun ardından "Bakalım peçeteden ne çıkacak" merakı vardır. Kendi varlığımız ile baş başa iken gerçekleştirdiğimiz bu merak dolu bakışlar, topluluk içerisinde ortadan kalkmaktadır.

Burnunu gönlünce silen insan samimidir, candır.




23 Haziran 2012 Cumartesi

Prison Break


Daha önce yazmış olduğum bir takım başlıklarda da serzenişte bulunduğum üzere, "başladığım bazı işleri yarım bırakmak" en kötü özelliklerimden birisidir. Artık bu kötü huyumdan yavaş yavaş vazgeçiyorum sanırım, hatta zamanında yarım bıraktığım işlerin bazılarını da tamamlamaya çalışıyorum. Prison Break'de bunlardan birisi.

Yabancı dizi kültürümün oluşmaya başladığı yılların başında Prison Break hayatıma öyle bir girmişti ki ruyalarımda cezaevinden falan kaçmaya çalışırdım. Özellikle ilk sezonda 43 dakikalık bölüm boyunca çok kez şaşkınlık ifadesi olarak Has*iktir, Yuhh amk, vs gibi kişisel olarak şaşkınlığımı ve beğenimi en çok belirten kelime gruplarını sık sık kullanırdım. Böyle delicesine izlediğim diziyi 3. sezonunun ardından sebebini bilmediğim belki de "yarım bırakma" hastalığım nedeni ile izlememeye başladım.

Aradan geçen yılların ardından (2012-2008= 4 yıl geçmiş :) ) beni dürten ilahi bir kuvvet ile bıraktığım yerden diziyi bitirme kararı aldım, işte benim için asıl yıkımda burada gerçekleşti.

Genelde insanların dizilerin bölümleri veya seri filmler arasında yapmış oldukları "ilk sezon iyiydi de sonradan çok bozdu" yorumu tarafımca pek yapılmaz. Ama Prison Break'in ilk 3 sezonunu izlerken sarfettiğim şaşkınlık ve hayranlık karışımı ifademi belirten sin kaflı sözler 4. sezonda pek söz konusu olmadı. Hele ki "The Final Break" de çok daha farklı bir kurgu beklemekteydim.

Belki de bunun sebebi seninle aramıza giren yıllardır Prison Break ? Acaba arasına zaman soktuğumuz her şeyin sonu böyle hüsran ve hayal kırıklığı ile mi biter ki ? Öyle değildir değil mi ? olmasın yani !

Yine de bana yaşattığın heyecan ve tutku dolu 43 er dakikalık 81 seans için çok teşekkür ederim Prison Break.

Kib byeeeeee

22 Mayıs 2012 Salı

The Dictator


Blogumda konsept değişikliğine gitme kararı aldığımda, her hafta düzenli olarak sinemaya ayırdığım pazar günlerinin ardından izlemiş olduğum filmler hakkındaki kıymetli! görüşlerimi de yazma fikri vardı aklımda. 25.Kare etiketi altında başlamış olduğum bu süreç pazar günleri gerçekleştirdiğim sinema faaliyetlerinin sekteye uğramasının ardından, hayatımın her döneminde başlayıp yarıda bıraktığım action lar kervanına dahil olmak üzere iken bu haftadan itibaren küllerinden doğacak, evettt bunu yapacağım.

İlk başta söylemeliyim ki komik ve eğlenceli olması temennisi ile vizyondaki diğer filmlere dahi bakmadan karar verdiğim The Dictator, filmdeki esprilere beni "Türk Espirisi" gibiymişcesine güldürerek beklentilerimi kesinlikle karşıladı. Filmden beklentim "Komiklik" olduğu için konuları işleme, dikta yönetimi hakkında yansıttıklarına falan hiç girmeyeceğim.

Daha önce Borat'da ki absürt komedisi ile izleyip yine aynı şekilde güldüğüm Sacha Baron Cohen'e buradan beni yine yanıltmadığı için sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Londra doğumlu muhtemelen de bir göçmen ailenin çocuğu olması sebebi ile Arap aksanlı İngilizcesi dahi bana yeteri keyfi vermek konusunda geçerli puanı aldı.

Filmi, yerli yapım bir film ile konunun işlenişi açısından denkleştirmem gerekirse bu film hiç düşünmeden "Recep İvedik" (Bu arada Recep İvedik'e de çok gülen bir insanım, tamam tamam sustum!)olur. Ama gel gelelim The Dictator bize düşük bütçe ile çekilen bir komedi filminde de kaliteli oyunculuk olabileceğini göstermiştir. Bknz: Ben Kingsley, Sayed Badreya


Veee çok küçük bir sahne de olsa Megan Fox'u filmde görmek şahsıma ayrı bir mutluluk yaşatmıştır.

Tavsiye eder, izleyin derim

8/10

15 Mayıs 2012 Salı

Şampiyonsun Cim Bom Bom


Şampiyonluk yakın, meşaleyi yakın demiştik! Ve o Istanbul’u yakmaya değer şampiyonluğumuza sonunda ulaştık.

Şike skandalları ile başlayıp büyük bir kaos ile geçeceği belli olan 2011-2012 sezonunda, geçmiş sezondan neredeyse hiç oyuncusu kalmayan; yönetimi değişmiş, teknik heyeti değişmiş, iddianamelerde adı geçmemesine rağmen bu kirli oyunların içerisine çekilmeye çalışan, sezon başında kime destek olmak için çıkarıldığı belli olan saçma sapan bir play off sistemine rağmen; söke söke, hakkı ile şampiyon olan Galatasaray’ın şampiyonluğuna kimsenin en ufak bir laf etme hakkı yoktur, olamaz !

Gelelim Fenerbahçe’ye. Günahım kadar sevmediğim Avrupa’da dahi desteklemeyip, Galatasaray’ı da Avrupa’da dahi desteklemelerini istemediğim bu klübün 2011-2012 sezonu sonucunu objektif değerlendirirsem, kesinlikle “başarılı” olarak nitelendiririm. Şike ile çalkalandıkları bu dönemde futbolcular ile teknik ekip olabilecek en güzel uyumu sergileyip normal sezonu 9 puan gerimizde bitirip play off larda daha başarılı bir ivme ile ligi normal sezondan farklı olmayarak 2. Bitirdiler, alabilecekleri en güzel sonucu aldılar.

Ancaaaak bu zor dönemlerinde göstermiş oldukları performansı çok güzel pazarlama aracı olarak kullanıp “Bakın! Şike yapsak ligdeki durumumuz böyle mi olurdu” şeklinde yansıttılar. Bütün telefon kayıtları, buluşmalar alalade ortada iken asıl tebrik edilmesi gereken konu da işte buradaki pazarlama başarılarıdır!

Hee bir de kendilerini cumhuriyetin yılmaz savunucuları olarak gösterip, diğer klüpler ile cemaat ilişkisi kurma çabaları yok mu ? işte bu da sıçtık bari sıvayalım kısmı!

2. Terim döneminin başarısız olarak bitmesinin ardından içimden hep “Bir gün güneşli günlere yine imparator ile çıkacağız” diye geçiriyordum. Her komutan savaş kaybeder. Fatih Hoca’da 2. Döneminde kaybettiği savaştaki hatalarını en objektif şekilde değerlendirip ordusunun başına geri dönerek giriştiği ilk meydan muharebesinden zafer ile çıkmayı bilmiştir. Bu daha başlangıç…

Şimdi sırada Avrupa var! Şimdi onlar düşünsün…

P.S. Şu anda kişisel olarak beni en çok tatmin edecek şey Mehmet Topuz’a “Goyduk mu ?” demek olurdu.


27 Nisan 2012 Cuma

Pitbull Öldüren Liseli Reyiz



Hani haberin tanımı yapılırken kullanılan "Köpek insanı ısırırsa değil, insan köpeği ısırırsa haber olur" klişesi var ya, işte onun upgraded hali burada mevcut. Isırmak ne kelime eleman köpeği boğarak öldürmüş hem de çenesi 3 ton basan!!! bir pitbullu.

Severiz biz düşünmeden, olayları ilk algıladığımız hali ile kabul etmeyi. Mesela ajanslarda yer alan bu haberde olayın baş aktörü liseli tombik reyiz bir kaç günlüğüne Türkiye'de kahraman olacak, mahalledeki ve okuldaki namı ise uzun süre devam edecektir. Maktul durumundaki pitbull ise genel olarak pitbullara duyulan nefretin simgesi olup "ohh canıma da deysin ne de güzel olmuş" düşünceleri ile anılacak.

Şimdi şunu da söyleyeyim düşünme zahmetine girmeden algılamak isteyen bireylere;
Lan dingil! ben çocuğa iyi mi olmuş diyorum heee ? tabi ki tombik reyize de üzüldük keşke olmasaydı olay, ama sen bu sevimli çocuğu bu sebeple kahraman yaparsan nelerin önünü açıyorsun, farkında mısın ?

Ben olaya biraz daha farklı bir açıdan baktım. Bilindiği üzere ülkemiz tropik bir coğrafyada yer almıyor, yani henüz bahar aylarını yaşadığımız Nisan ayında marmara denizine girmek pek akıllıca bir davranış değildir, götünüz donar. Bu lisesi piç (piç kesinlikle aşağılama anlamında değil tamamen sevgi belirten bir sebeple kullanılmıştır.bknz inci stayla) ve çetesi Kartal'dan denize giriyorlar, demek ki bu arkadaşlar lisenin zıpırları (vakti zamanında bu zaman dilimlerinde biz de girerdik denize, ben de sizdenim yani dostum). Şimdi bunlar denize girerken reyizin annesinin yeğeni pitbullu ile geliyor. (Bu arada pitbullda acayip güzel bir rednose) benim buradan tahminim reyiz o köpeği daha önceden biliyor ve oynamışlıkları da vardır gibime geliyor. Her neyse köpek sebebini tam olarak bilmediğimiz sebeple elemana saldırıyor çocukta köpeğin infazını gerçekleştiriyor.

Takıldığım nokta "Nasıl olurda böyle barbarca bir canlının canına kıyılır" falan asla değil, zira aynı durumda ben de kalsam ben de reyizin verdiği tepkiyi verirdim. Ama olay sonradan çıkan haberlerde şöyle yansıtıldı. “Sudan çıktığında yüzünün halini gören küçük Yunus tekrar suya girip pitbull’u boğdu” bir diğer versiyonda ise çocuğun beyanatı “Suda uzun süre nefesimi tutabildiğim için köpekle beraber aşağıda uzun süre kalarak köpek oldükten sonra yukarı çıktım” gibilerinden bir şeydi. Yuhh be kardeşim Chuck Norris misin nesin ? Üzücü ve bir daha yaşanmasını asla istemediğimiz bir olaya bakmamız gereken en gereksiz yerden bakıp asla çözüm olmayacak fikirler üreterek bu kötü olayı yaşayan minik reyizin psikolojisine destek olamayacağımız gibi adamı saçma sapan bir sebepten neredeyse “Toplumun nefret ettiği pitbullar ile korkusuzca savaşan Halk Kahramanı” ilan ettik.

Aynı zaman lise çağındaki çocukların cebinde çakılar ile dolaştığı, uyuşturucunun ilköğretim seviyesine düştüğü ülkemizde pitbull gibi mükemmel hayvanlar böyle bilinçsiz insanların elinde katil olmaya maalesef mahkum oluyorlar.

İşte size birkaç ibretlik pitbull fotoğrafı, ne kadar da vahşiler öyle değil mi ?






Ayrıca bu güzelim hayvanlar sadece son yıllarda değil, 1800 lerden bu yana insanlar ile dostane ilişkilere sahiptir.

Aha da bir kaç ibretlik paylaşım size.